Arif Mahmut Koçak
Buart Sanat Atölyesi
Hava bulanık. Gri bulutlar sürü halinde telaşla göç ediyor. Sürünün ilk kurbanları, yerçekiminin attığı kıyıcı ağdan kurtulamayan zayıf yağmur taneleri. Gözlüğümü ıskalayıp burnumun ucuna konan tek bir damla pis pis kaşındırıyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Zihnim, havanın aksine gayet açık: “Rıza abi ofisine çoktan gelmiştir. Bir kahvesini içerim artık.”
Rıza abi hemşerim. Çok okuduğunu söyler, biraz bir şeyler bilir. Ağır, hacimli kitaplarla boğuşarak mezun olmuş Üniversite’den. Tombul suratında sırıtan keçi sakallarıyla bıyığı arasına sıkışmış ince dudaklarından sık sık Anadolu aksanı dökülür. Fakültede bitirdiği kitaplar kadar kallavi cüsseli, orta yaşlı biri. “Gel gör ki, böylesi okullardan mezun bazı dostlarım kitap okumaktan nefret ediyor!” Rıza abiyle lakırdımız ekonomiden küresel ısınmaya, hatta kadınlara dahi uzanır. Kimi zaman hemfikir oluruz, kimi zamansa saygımdan susarım. Sever beni. Bazen kendisini biraz eski kafalı buluyorum. “Yaşım ilerledikçe ben de mi daha tutucu olurum?” diye sormadan edemiyorum. Zihnim çevik davranıyor: “Asla!” Yaşlanmayan ruhumun mu yoksa yurt dışında eskittiğim yılların etkisi midir bilemiyorum, olaylara evrensel düzeyde bakmayı hep sevdim. İlkokulda, gelecek sayısını bir hafta boyunca iple çektiğim çocuk dergisinden öğrendiğim ve bugünlere miras kalan şeyse, doğayı sevmek ve korumak. Yabancı diyarlarda farklı milliyetlerden insanlarla bir araya gelme şansım oldu. Kültürlerini, dinlerini aşağılamadan düzgünce sohbet edebildim. Benim milletim ve dinimden gayrısı yalan diyen, çatışmaya davetiye çıkaran yabancıdan da yerliden de aynı uzaklıktayım. “Önce anlayış ve barış, en son çare çatışma…” Yabancı kendi ırkının, kültürünün üstünlüğü, masumiyetinden dem vursa, “Uzak gözlüğünü tak…” deyiveririm. “Önce insanız…”
Kadıköy’deki bakımsız, kagir binaya iyice yaklaştım. İslenmiş, taş renkli kabartma duvarlarını buğusu seyrelmiş gözlük camlarımdan seçebiliyorum. Bazılarının burun kıvırdığı yaban diyarlardaki deneyimim var ya oraya takıldım. Lisansüstü eğitimimin arifesinde oryantasyon yemeğindeyiz. Akşam. Üç Yunanlı ve bir İsrailliyle aynı masaya düşmüşüz. “Deniz aşırı, azgın dalgalı ‘kültür potburisi’nde yüzmeyi kestirmeden öğrenebilir misin? Aniden denize düşersen, evet!.. Biraz diplomasi kulacı atman azıcık da futbol renklerine boyanmış can simidine sarılman lazım.” Manos sanki aklımdan geçenleri okuyor:
“AEK futbol takımının K’sı (Konstantinapol yani; hani komşumuzun dimağından hiç silinmeyen isim ve sahiplik hissi!) nereden geliyor biliyor musun?” Bu salvoyu bekliyordum:
“Evet!” Henüz, derin tarih okumaları yapmadığım yıllardı. Ancak yine de elime geçen Beyoğlu’nun tarihini anlatan kitaplardan birinden devşirmiştim bu bilgiyi. İstanbullu Rum futbolculardan oluşan Pera takımının, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra artan tedirginliklerinin de etkisiyle de olsa gerek, bir Avrupa turnesi sırasında Türkiye’ye dönmekten vazgeçip, yerleştikleri Yunanistan’da kurdukları futbol takımıydı: AEK. Ben daha çok Konstantinapol kelimesine takılmıştım.
“…haklısın ama, birkaç yüzyıl önce Kuzey Amerika da Kızılderililerindi!” Bu yanıtıma biraz şaşıran Yunanlar, ne kadar ikna oldukları bilinmez, işi bozuntuya vermiyorlardı. Çok bilmişliğin değil ama az da olsa bilmenin rahatlığını hissediyorum. Karşılıklı şakalarla sohbetimiz sürüyordu. Yunanlar, Israilli Uriel’i de boş geçmiyorlardı. Yunan arkadaşlarının Kudüs ziyaretinde neden bir terörist gibi arandığını, imalı şekilde soruyorlardı… İsrail’in, Filistinlilerin başlattığı “intifada ayaklanmasına”, taş atan kollarını kırarak acımasızca yanıt verdiği yıllar. Ben de Batı medyasında muhtemelen es geçilen fakat Türkiye’de iyi bilinen böylesi orantısız güç kullanımına tepki duyuyordum. Uriel’le belirli bir mesafeyi korumaya çalışıyor fakat İsraillinin beni yakın markaja aldığını seziyordum:
“Biliyor musun, biz Türkleri severiz.” Piyano müziğinin öğrencilerin şamatasıyla karıştığı uğultulu gecede, net olarak duyabiliyorum bu cümleyi!
“Babam Romanya’da çalışıyor ve orada öğrendiği bir sürü Türkçe kelime var. ‘Camcı’, …’” Şaşkınlığım artıyordu. Benim milliyetim eşsizdir diye böbürlenmeden, yabancılardan, nadiren de olsa güzel bir şeyler duymak? Yurt dışında? Hoşnudum! O gece çok bilen ve tek pencereli bir gelenek görenek anlayışının, egzotik dostlukları yeşertemeyeceğini kavrıyordum. Osmanlı’nın eksilerini de sıkı eleştiririm hani. Ancak 500 yıl önce Endülüs’ten kovulan Yahudilere kucak açmasının hâlâ hatırlanması da bir artısı!
Nefes nefeseyim. Bir asırdan fazladır, kenarları ayakkabılarla cilalanmış, taş merdivenlerin son basamağına bir solukta ulaştım. Duvardaki yer yer yeşile çalmış, bej boyanın altından sırıtan sıva nem kokuyor. Tıklatıyorum kapıyı. Açık yeşil, gülen gözleri sanki kahve kokuyor. İlk defa iki ay önce gördüğüm, sarışın asistan kadın:
“Hoş geldiniz. Rıza Bey sizi bekliyor. Kahvenizi sade hazırlıyorum?” İç geçiriyorum: “Keşke bir misafiri falan olsaydı Rıza abinin. Seninle azıcık sohbet ederdik!”
“Hoş buldum. Hatırlıyoruz sade kahveyi…” Genç kadın gülümsüyor. Rıza abinin odasını göstermeye gerek duymadan, kısa fakat hızlı adımlarla küçük mutfağa koşturuyor.
“Ooo hoş geldin Batucuğum, gözümüz yolarda kaldı…” Hafif kolonya kokuyor oda.
“Eyvallah abi, iş güç bunaldım. Özlemişim de. Bir uğrayım dedim.” Hâl hatır muhabbeti bir süre devam ediyor. Bu buluşmanın muhabbet konusunu açıyorum:
“Şu sıralar iletişime taktım, Freud, Bernays, Chomsky, Goebbles, okuyorum boyuna. İnsanı tüketime, yalana nasıl ikna ediyorlar, şaşarsın.” Rıza abi gözlerini kısıyor. Ne zaman şüphelense göz kapakları cılız bademe dönüşür.
“Bilmez miyim? Freud psikolojinin babası zaten. Bernays’ı da duyduyduk…” Aniden öksürüyor. “…yani okuduyduk! Şey etmiş: Guatemala’da yaptığı propaganda hükümeti devirmişmiş…” Rıza abinin bu konuyu az çok bilmesine şaşırıyorum.
“Abi bu Freud insanın ruhuna iyi gelmek için psikoanalitik kuramıyla çığır açtı ya,”
“Eee?”
“Diyorum ki, ara sıra da kız çocuk, erkek çocuğun bilmem neyini kıskanır diye ‘fallik fallik’ laflar edip feministlerin ruhunu mu incitmiştir?” Düşünüyorum: “Yoksa Freud çok mu (iyi) biliyor?” Rıza Abinin kaşları çatılıyor:
“Ne diye inciniyorlarmış? İnsanoğlu kendinde olmayana gıptayla bakar hep!” “Alemsin Rıza Abi. Sana, ‘ona’ değil, erkeklere tanınıp da kadınlara es geçilen sosyal imkanlara takıntılıdır feministler desem? Cevabını bilirim: ‘Kadının toplumdaki rolü, gelenek, görenek…’” Düşünüyorum. Lafı biraz değiştirmek niyetim. Sözü, Freud’dan daha az bilinen yeğeni Bernays’a getiriyorum:
“Halkla ilişkilerin ve Amerikan propagandasının “modern” mucidi, Bernays. “Özgürlük meşalesi” sloganıyla sigaraya “yeni bir dişi kimlik” kazandırırken, boş verin ekonomik özgürlüğü falan mı demek istemiştir?”
Rıza abi bir kahkaha atıyor:
“Yakayım bir cigara” diyen kadın özgürdür demeye mi getirmiş lafı?” Zoraki gülümsüyorum.
“Henüz ‘ötenazi özgürlüğü’ tartışılmazken, Bernays öncülük edip, kadınlara kanserden ölme serbestisini bahşetmiş demek.” Ekliyorum:
“Milyonlara sigarayı arzulatmak, sigaradan geleceğe rıza göstertmek demek oluyor bu durumda? Zaten, Chomsky’de bu tarz kitle iletişiminin adını ‘Rıza’nın imalatı’ diye dünyanın kulağına üç kez fısıldamış be abi. Hem bana sorarsan ‘Rızanın kitle üretim hızı’, Henry Ford icadı ‘kitle üretim otomobilini’ çoktan sollamıştır?” Rıza abi başını sallıyor. Ne demek istediğimi tam anlıyor mu emin değilim. Bir sessizlik oluyor, dalıyorum. “Bu rızanın imalatı falan konuları Hitler’in propaganda bakanı Goebbels de mi gördüydü? Goebbels yoksa işi bir başka merhaleye mi taşıdıydı o tümcesiyle”: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır.” Millet Hitler’in peşine böyle mi düştüydü? Kafam altüst!
Düşüncelerimden kahve kokulu, yeşil gözlü kadının uzattığı fincanla sıyrılıyorum. Gözlerimi alamıyorum. Genç kadın ansızın kayboldu. Laf lafı açıyor. Rıza abi bugün beni sahte bir ilgiyle dinliyor? Ben de az değilim! O konuşurken “Öyle değil mi?” bakışlarını, “Ha? Haklısın, tabii…” diyerek geçiştiriyorum. Diyaloğun kesildiği yerde düşüncelerimin monoloğuna keyifle sarılıyorum: “Ya bu ülkenin fertleri neye razı? Birkaç adım ötesine aceleyle mi zıplarlar? Bir an önce dönmeleri gereken köşeler mi vardır? Yoksa mecburiyet mi? Arada kaçırdıkları adımların eksikliğini, ileriki adımların yükü ağırlaşınca mı anlarlar? Tavşan sıçrayışıyla, İtalya’ya liseli bir izci olarak gidişim? İstanbul’u 1988’de ilk kez ziyaret etmemden iki yıl öncesi. On yedisindeyim… Faltaşı gibi açılmış gözlerim, Roma’daki THY bürosunu bekleyen tüfekli polisin iki metre ilerisinde birbirlerinin dudaklarında, bir nefeste, dünyayı unutmuş bir çifte mi bakıyor? Öpüşmek zararlı mı? Seksenli yıllara damgasını vuran Türk politikacının devri iktidarı mı ne? Değil iki karşı cinsin yakınlaşması, birkaç hemcins bir araya gelirse anarşistlik yaparlar! ‘Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’ meclisten geçiverir mi? Sokakta küpe takan gençler karakolda şaşar: ‘Padişahlar da takıyordu…’ mu derlerdi. Ah Goebbels ah! Çok iyi mi bildiydin seksenleri? Bildiydin de devrin muktedirine ‘Abdülhamit en çok toprak kazanan sultandı’ mı dedirttiydin? İlk senden mi duyduydum, tarihin neresine sığdıracağımı bilemediğim bu bilgiyi? Ünü arşa ulaşmış tarihçilerde mi şaşkındı? Seni Goebbels seni! Seksenlerden önceki iktidar sahiplerine de “İnönü asker kaçağı” mı dedirttiydin? Millet inandı mıydı? İki meydan muharebesi kazanan “asker kaçağı” olamaz mıydı? Eğitimsizlerin eğitimi, muharebenin muhasebesini yapmaya yetmez miydi? Muharebe, muhasebe, muhakeme yetenekleri birbirine dolanır, tatlı tatlı kör düğüm mü olurdu? Düğümü sürekli sıkı tutmak, gevşediğinde tekrar tekrar sıkmak, Bernays’tan ilham alır, Goebbels’de mi vücut bulurdu? Ahali, son kör kuruşuyla, Goebbels patentli, yalan ve ısrardan mamul ‘düğüm tatlısı’ için kuyruğa girip ‘Allah razı olsun, bereketli mamul,’ mu derdi?
Rıza abi sıkıcı bir vaiz gibi. “Ha? Evet abi,” diye geçiştiriyorum. Kısılmış gözleriyle bakıyor. Belleğime sığınıyorum tekrar: “Almancılara ne demeli? Benden daha öteye, kanguru misali, çok uzağa mı sıçramışlardı? İstanbul’un kucaklayan, gece kondu bölgeleriyle tanış olmadan, ortaokulu bitirmeden; Münih’in, Köln’ün, Berlin’in dışlayan gurbetini mi mesken tuttuydular? Eğitimsizlik, yoksulluk, ekmek parası? Sorun Alman’ın kendi kültürünü çok bilmesi, misafir kültürü hiç bilmemesi miydi? Çok bilen ‘Türken Raus’ mu derdi? Ya Türk’ün çok iyi benimsediği gelenek göreneği, karşı kültürü hiç tanımaz, ‘Alman Domuzu’ deyiverir miydi? Çok bilmek, hiç bilmemek miydi?” Rıza abinin gürleyen sesiyle irkiliyorum.
“Yalnız Facebook’ta şu benim para yardımı yaptığım politikacıya ‘minik’ baston demişsin, ayıp oluyor!” Bir kabusa mı uyandım ne? Tartışıyoruz. Büyüğe hürmet? “Ah Rıza abi, sen neye rıza gösterdin? Kusuru büyük, ‘minik’ imalat mı kabulün? Yeşil gözlerinin içi parlıyor genç kadının. Rıza abi beni bir daha aramaya razı olur mu? Hiç bilmiyorum! Ben ona yine uğrar mıyım? Hayır! Bunu çok iyi biliyorum!” Merdivenler, rutubet kokuyor…
Commentaires