top of page

İKİ KIRMIZI FİNCAN

Yazar: Şeyma Ayık Işık

 

Mayıs ayının on sekiziydi. Meltem rüzgarlarının yüzümü okşadığı bu bahar gününde, Mercan Sokağı’nın kırmızı eğri tabelasını sağımda bırakarak yürümeye başladım. Başım önde, Arnavut kaldırımlarının çizgilerine basmaya gayret ederek yürürken, bu takıntımın çocukluğumdan beri hiç değişmediğini düşündüm. Yavaş ve sakin adımlarla ilerlerken Leyla Hanım’ın evinden, yaklaştıkça yükselen müzik sesleri geliyordu. Radyosu hep açık olurdu evet ama sesini hiç bu kadar da açmazdı doğrusu. “Ay öperken suların göğsünü sahilde, inleyen dalgaların haline bak anla beni” diyordu Müzeyyen Senar; sesinin desibelini gittikçe arttırarak.

 

Adım attıkça eve daha çok yaklaşıyor, bilinmezliğin ve merakın kalbimde uyandırdığı heyecana engel olamıyordum.

 

Birkaç gündür görememiştim Leyla Hanım’ı. Eşini kaybettikten sonra daha sık rastlardım ona mor menekşeli penceresinin önünde. Açık mavi rengindeki demirlerin arasından, koca bir hayatın yükünü taşıdığını kanıtlayan elleri görünürdü önce. Sokağa girer girmez, ellerini seçmeye çalışırdı gözlerim. İkna olunca orada olduğuna “çok şükür bugün de yaşıyor” der, dalıverirdim günlük işlerime. Arada bir de uğrayıp, çarşı pazardan bir ihtiyacı olup olmadığını sorar, varsa bir isteği –ki genelde olmazdı- zevkle yapabileceğimi söylerdim. Benzerine rastlayamadığım nazik üslubuyla teşekkür eder, bazen de ben mutlu olayım diye kabul ederdi bu teklifimi. Biliyorum...

 

Pencere demirleriyle aynı renk olan tahta tokmaklı dar kapıya yaklaştığımda, içeriden gelen gürültü ve kapı önündeki ayakkabılar merakımı daha da pekiştirdi. Sağ dört parmağım avuç içimle öpüştüğünde, kapıya vurmaya hazır olmadığımı hissettim. Gözlerim ve beynim sağ elimin bu donukluğuyla meşgulken, aceleyle içeri doğru açıldı kapı. Ağlamaklı iki gözle karşı karşıya geldim.

 

“Hoş geldiniz” deyiverdi kırklı yaşlardaki güzel kadın. Gözlerinde Leyla Hanım’ın bakışları vardı. Kalbimin kontrolsüz atışları, dudaklarımın arasından usulca çıkan “hoş bulduk” kelimesine sinsice karıştı.

 

“Siz annemin komşusu musunuz?”

 

“Ben mi?”

 

Şey... Ben komşusu değilim. Evim iki sokak ötede. Hemen hemen her gün bu sokaktan geçer, ona selam veririm. Arada uğrar halini hatırını sorar, yalnızlığını paylaşırım.

 

Bunların hiçbirini söylemedim. Sadece onaylarcasına başımı öne eğdim. Sağ işaret parmağımı evin içine uzatarak, endişeli bir sesle “Leyla Hanım?” deyip soran gözlerle baktım, gerisini getiremedim.

 

“Kaybettik” dedi.

 

Kaybettik mi? Kaybettik de ne demek? Eşya kaybedilir, savaşlar kaybedilir... Kavgalar, para kaybedilir. Ya insan?

 

“Ben Süreyya. Kızıyım. Buyurun lütfen, içeri girin.”

 

“Nasıl?” dedim. “Ne zaman?”

 

“Haldun abim iki gün önce Almanya’dan geldi. En büyüğümüz. Geldiğinden beri fırsatı olmamış annemi ziyaret etmeye. Bu sabah gelmiş işte. Defalarca kapıyı çalmış, seslenmiş. Kapı bir türlü açılmayınca da çilingiri çağırmış. Küçük abim Cemil arayıp haber verdi…Sonrası malum. Koltukta otururken gidivermiş anne…mmm”

 

Cümlesini tamamlayamadan hıçkırıklara boğuldu.

 

O sırada eve girmiştim. Biraz sakinleşerek sordu Süreyya Hanım:

 

“Affedersiniz isminizi sormadım.”

 

“İrfan... İrfan ben...”

 

Evet İrfan ben... Annenizin komşusu, dert ortağı, arkadaşı, manevi oğlu...

 

“Ah evet... Annem sizden hep bahsederdi.”

 

Hole adımımı attığımda Süreyya Hanım kapıyı dışarıdan kapattı. Belli ki birazdan gelecek. Ayağında terlikler var. İçerideki konuşmalardan Leyla Hanım’ın, oğlu Haldun Bey tarafından sabah en yakın hastaneye ambulansla götürüldüğünü öğrendim.

 

Hiç konuşmuyor; koridordaki fotoğraflarda kayboluyordum. Hüzün, acı, çaresizlik; hepsi içimde kol geziyordu. İnsan birinin öldüğünü duyunca, ona son olarak ne söylediğini, nasıl davrandığını ve son kez nerede gördüğünü düşünür. Sonra arkası gelmez, tüm yaşananlar arka arkaya belirir o kararan zihinlerde...

 

Çok eski bir fotoğraf. Leyla Hanım iki bacağını birbirini öper gibi sola kırmış, Muhsin Bey de sol elini zarifçe onun sol omzuna koymuş. Bir eli de en büyük oğulları Haldun’un sağ omzunda. Annesinin kucağında eli ağzında ve kabarık elbisesiyle hemen hemen iki yaşlarındaki Süreyya Hanım…İkisinin arasında da Cemil Bey.  Asık suratı ve çatık kaşlarıyla.

 

Bu sırada kalabalığın içerisinde gülenler bile var. Ne tuhaf. Yanımdan geçerken omzuma çarpan biri “başınız sağ olsun” diyor. “Dostlar sağ olsun” diyorum sessizce. Cemil Bey’i arıyor gözlerim. Daha önce hiç görmediğim birini çocukluk fotoğraflarından tanıyabilir miyim acaba? Gerçi çocukluk fotoğrafı deyip geçmemek gerek. Bakışlar imza gibidir, her yaşta kendini ele verir.

 

Hala kalabalığın arasına girebilmiş değilim. O sırada Süreyya Hanım anahtarıyla tahta kapıyı açıyor. Elinde tepsi. Üzeri kapalı. Börektir belki gelenlere ikram etmek için. Elindeki ağırlığı bir an evvel bırakabilmenin telaşıyla mutfağa doğru seğirtiyor. Biri sormuş olmalı ki:

 

“Abimler mezarlık işlerini halletmeye gittiler.”

 

Ler…Yani Cemil Bey de şu anda burada yok. Süreyya Hanım çoğul konuştuğuna göre. Bir süre sonra telefonda abileriyle konuşan Süreyya Hanım herkese cenaze töreni ile ilgili bilgi veriyor. Söylenenler içimde şöyle yankılanıyor:

 

Merhumenin cenazesi 19 Mayıs 2002 Pazar günü, ikindi namazına müteakip Hacı İmam Camii’nde kılınacak namazın ardından, Kırkağaç Mezarlığı’na defnedilecektir. Merhumeye Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabır dileriz.

 

İnsana dair son cümle. Son eylem.

 

Süreyya Hanım’a baş sağlığı diledikten sonra müsaade istedim. Uzun siyah çekecekle ayakkabılarımı giyip, Mercan Sokağı’ndan sahile doğru yürüdüm. Üzerinde “dostlar beni bırakıp; dostlar böyle hışımla nereye gidiyorsunuz” yazan banka oturdum. Üstad ne güzel kelam etmiş dedim içimden. Uzun bir süre denizi seyrettim. Anılarımızı yokladım bir bir. Sigaram yanıp kül oldukça kül oldu anılar...

 

Birden aklıma benden pancar istediği gün geldi. Turpu pancar sandığım fakat yanıldığımı günler sonra pazarda alışveriş yaparken anladığım bu olayda; Leyla Hanım’ın aldığım pancarı turp niyetine kabul etmesini unutmayacaktım. Üzerine minnetini defalarca ifade etmesiyle de onun nev-i şahsına münhasır biri olduğunu bir kez daha anlamıştım. Kimseleri kırmaz, kıramazdı. Birinin arkasından kötü bir söz söyle bakalım, asla izin vermez: “Herkes kendine yakışanı yapar. Boş ver oğlum” der, kestirip atardı. Sokaktan geçerken beni yakalamayagörsün:

 

“Hemen kahveyi koyuyorum, gel İrfan Bey evladım” der, o güzel yüzüyle gülerek el ederdi. Çifte kavrulmuş fındıklı lokum –en küçüklerinden-, şekersiz kahvelerimiz ve yalnızlığımızı paylaştığımız o güzel anlar.

 

Öyle ki çeyizinden kalan iki kişilik fincan takımını da sadece ikimiz için açmıştı.  

 

Ahhh Leyla Hanım ahhhh...

 

Onu son gördüğümde – sanırım üç ya da dört gün önceydi- öleceğini hissetmiş gibi:

 

“O hayırsız çocuklarıma söyledim İrfan Bey oğlum. Aman dedim arkamdan mal mülk kavgasına girmeyin. Hepi topu oturduğum bir tane evim var. Satar üçe bölersiniz. Haa bir de dedim ki; babanızla bizim şarkımızı çalın evimde ben ölünce. Öyle uğurlayın beni...”

 

Hangi şarkı olduğunu merak etmiş ama sor(a)mamıştım nedense. Ama hüzünlendiğimi hatırlıyorum. “Sen gitme olur mu?” der gibi baktım yüzüne ama hiç konuşmadım.

 

Anladı. Geldi öptü başımdan. O gün, çok küçük yaşta kaybettiğim annemin sevgisini onda aradığımı daha iyi anlamıştım. Annemin yerine koymuştum onu, o da evlatlarından yeteri kadar ilgi göremediği için beni oğlu gibi seviyordu. Söylüyordu da hep zaten. “Dördüncü evladımsın sen benim İrfan Bey oğlum.”

 

***

 

O gece saat dörde doğru ancak uyuyabildim. Rüyamda Kırkağaç Mezarlığı’ndayız. Leyla Hanım’ın tabutunu yerleştirip, üzerine toprak atmaya başlıyorlar. Tabutta bir kıpırtı var ve toprak bir türlü kapatmıyor tabutu. Bu sefer daha çok kişi toprak atmaya başlıyor fakat nafile. Sonunda kapak açılıyor ve Leyla Hanım ayağa kalkıyor. Herkes şaşkın. Herkes korkuyor. Ben hariç. Hafif bir tebessümle bana doğru yaklaşıp, elime kırmızı bir şey tutuşturuyor. Elimde ne olduğuna bakamıyorum. Bana ne verdi bilmiyorum. Aniden kayboluyor. Meğer yine tabuta girmiş. Bu sefer defin işlemi tamamlanıyor.

 

Alarmım çalmadan sıçrayarak uyandım. Saatimin içindeki tavuk yem yediğini sanarak, geçen her bir saniyeyi yiyor. Bir, iki, üç... Yiyor, yiyoruz zamanları... İçiyoruz oluk oluk... Kalk oğlum İrfan oyalanma. Leyla Hanım’ı uğurlayacaksın bugün ebedi istirahatgahına.

 

Başım ağrıyor. Ağrı kesici almazsam geçmez de bu. Şansıma son bir taneyi buluyor, içiyorum.

 

Ilık bir duş ve tıraştan sonra hazır sayılırım. Lacivert takım elbisemi giyip, Leyla Hanım’ın bana geçen sene bayramda arasına para sıkıştırıp verdiği beyaz ipek mendili yakama sıkıştırıyorum. Ayna da bana artık hazır olduğumu fısıldıyor.

 

Çıkıyorum.

 

Camiinin avlusunda tanımadığım insanlarla aynı saftayım. Leyla Hanım boylu boyunca yatıyor önümüzde. Sırayla başına geçip konuşuyoruz birer birer. Üzerindeki yeşil tülbentin arasındaki “her canlı ölümü tadacaktır” ayetine sabitliyorum gözlerimi. Tam o anda hoca helallik istiyor. Helal ediyoruz haklarımızı. Helal olsun sana… Tüm haklarım helal olsun. Dostluğun, güler yüzün, analığın için minnettarım. Mayıs’ın on dokuzunda bir bayramda gidiyorsun ya…Sana da bayramlarda gitmeler yakışır.

 

Omuzdan omuza dolaşıyor Leyla Hanım; çocukluğunu, gençliğini, hüzünlerini, sevinçlerini, kırgınlıklarını, kahkahalarını ve gözyaşlarını da silip süpürüyor giderken. Zor ağlayabilen ben; birer damla gözyaşı katıyorum; onun önümde duran seksen beş yıllık çeyizine.

 

Mezarlıkta geri safta duruyorum. Süreyya Hanım, Cemil ve Haldun Beyler öndeler. Mezar yerinin hazırlandığını görebiliyorum iki üç omuz arasından. Aniden rüyam geliyor aklıma toprak atılmaya başlayınca. Hiç rüyamdaki gibi değil. Leyla Hanım büyük bir vakurla, atılan toprakları şefkatle bağrına basıyor.

 

Hoca son duasını ettikten sonra, yavaş yavaş dağılmaya başlıyor cemaat. Çocuklarına baş sağlığı dilemek için uygun bir zaman kollamaya çalışıyorum ama bir anda gözden kaybediyorum.

 

Mezarlığın dışındayım. Artık dönme vakti. Henüz bir iki adım atmışken:

 

“İrfan Bey!”

 

Arkamı dönüyorum. Süreyya Hanım, arabadan küçük bir paket alarak bana doğru yaklaşıyor.

 

“Yanınıza gelemedim Süreyya Hanım. Tekrar başın(m)ız sağ olsun.”

 

“Sağ olun İrfan Bey. Annem sizi çok severdi. Bana iki ay önce ‘ben ölürsem bunu muhakkak İrfan’a ver, sakın unutma’ dedi.”

 

“Süreyya Hanım çok teşekkür ederim. Abilerinize de baş sağlığı dileklerimi iletin lütfen.”

 

Vedalaşarak ayrılıyoruz. Paketi sahilde açmaya karar veriyorum.

 

Aynı banka oturuyorum yine, Nazım Hikmet’e bir selam ederek.

 

Kağıdını yırtmadan, sabırla açıyorum.

 

Leyla Hanım’la tam öykümüzün nihayete erdiğini düşündüğüm o an, kutunun içindeki iki kırmızı fincanı görünce fikrim yön değiştiriyor.

 

Gözlerimin buğusu puslandırırken havayı:

 

“Biliyorum” diyorum kendi kendime. “Ayrılık diye bir şey yok.”

Ne demiş Edip Cansever: “Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda. Kırık dökük de olsa yanımda...”

 

Güneş hızla denizle buluşurken; marketten bir paket kahve alıp, iki sade kahve yapmak için eve doğru yol alıyorum.

Son Yazılar

Hepsini Gör

ARPA BOYU

KAŞKARİKAS

bottom of page