top of page
Yazarın fotoğrafıBuart Sanat Atölyesi

PANJUR ARALIĞI

Güncelleme tarihi: 1 Eki 2023

Yazar: Müge Ceyhan

Pencereden vuran akşam güneşi gardrobun iki kapısının ve kapağındaki panjurlu aralıklarından içeri sızıyordu. Yapay bir anne karnında gibiydi. Ev kalabalıktı ve kimseyi görmek istemiyordu. Eğer şanslıysa kimse yokluğunu fark etmezdi. Parmak uçlarıyla karanlığın içine süzülen güneşin kollarına dokunuyor sakinleşmeye, kalbinin koşmasını engellemeye çalışıyordu. Onun da geleceğini biliyordu. İçeriden gelen sesler her şeyi olabildiğince zorlaştırıyordu. Ablasının kendine son derece güvenli ses tonuyla bir şeyler anlatışı, diğerlerinin ona katılması, gülüşmeleri, arka planda kalması gereken müziğin ara ara duruma isyan edip “beni dinleyin” dercesine rol kapması… Ev tam bir doğum günü havasına girmişti artık. Odanın kapısı açıldı, annesinin sesini duydu, iki tane manto yatağın üzerine atıldı ve tekrar alçalan sesler… Yeni gelen birileri olmuştu belli ki. Daha kaç kişi gelecekti acaba? Kalabalıkların tek güzel olduğu yerler okul binalarıydı Ada için. İnsanların içinde eriyip gitmek ve kaybolmak güzeldi bazen. Ablasının arkadaşları yetmezmiş gibi Ada’nın da arkadaşlarını çağırmıştı annesi. Giyinme odasındaki dolapta onu kimsenin bulamayacağı gibi iyimser bir düşünceyle gizli gizli buraya saklanmıştı ama bir süre sonra yokluğu fark edilecek ve rengârenk curcunanın arasına katılmak zorunda kalacaktı. Ablasının yaşına geldiğinde yani şunun şurasında birkaç yıl daha vardı, asla evde doğum günü kutlayıp kardeşine bu eziyeti yapmayacaktı. Hiçbir şeyin farkında olmayan Ares, ortalıkta dolanıp evdeki herkesin ilgisini çekmekten memnun zaman geçiriyordu. Sarı bukleleriyle koşturup duran dört yaşındaki erkek kardeşi, genellikle Rönesans tablolarındaki tombul meleklere benzetilirdi. Bu yüzden Putto lakabını takmışlardı ona. Yine kapı açıldı. Ablasının sesini duydu. “Gelsene, burası müsait” diyerek sınıf arkadaşını çekiştirerek odaya soktu. Evi bu kadar doldurup sonra da neden kuytu köşe ve sessiz yer aradıklarını bir türlü anlayamasa da bunu on altı yaşın getirisi olan saçmalıklara vermeyi tercih etti o an Ada. Görüntü yarım yamalak olsa da sesleri net olarak duyuluyordu. İki kız, üst sınıftaki bir çocuk hakkında konuşup durdular. Ablasının uzun dalgalı açık kumral saçları akşam güneşinde parıldadı bir an. Neden onun kadar güzel değildi ki sanki? Küçük kardeşi bile annesinin sarı saçlarından payını almıştı. Ada’nın payına da kahverengi saçlar ve soluk bir ten düşmüştü. Bir de yaz gelince marifetmiş gibi ortaya çıkan minik çiller… Tek becerisi şarkı söylemekti ama o görünür bir güzellik değildi ki? “Beni de davet etti! Sen de gelirsen beraber gideriz ne dersin?” “Tamam tamam, annemle konuşup izin alırım” Bir yerlere davet edilmiş, aralarında uzlaşmış ve iş aile bireylerini ikna etmeye kalmıştı. Muhtemelen bahsettikleri üst sınıftaki çocukla alakalı bir davetti. Ve Leda kesinlikle annesiniikna edecek, ne yapıp edecek o davete gidecekti. Kendiyle baş başa kalınca sıkılan bir karakteri vardı. Zil sesinin duyulmasıyla birlikte odadan çıktılar. Birileri daha gelmişti. Bu ev daha ne kadar kalabalık olabilirdi diye düşündü yine? Ada oturma pozisyonunu değiştirip, uyuşan ayaklarını rahatlatmaya çalıştı. Elleriyle ayaklarını sıkıp masaj yapıyordu. Kâkülleri alnına yapışmıştı. Dizlerine dayadığı çenesi dudaklarına komik bir şekil vermişti ve en son istediği şey kendini bu şekilde görmekti. Görüntüsünü aklının orta yerinden alıp bir çekmeceye kaldırdı. Seslere odaklandı ve yüreği pır pır hareket etmeye başladı yine. O ses midesini alt üst ediyor, kalbinin yerini değiştiriyordu. Aniden ter bastı, elleri suya girmiş gibi ıslandı. Annesinin Yunan adalarından aldığı tülbent bezine benzer bir kumaştan yapılmış elbisesinin, Prusya mavisi etekleri ensesine yapışıp duruyor, sinirini bozuyordu. “Ne yapacağım? Ne yapacağım!?” diye sessiz sessiz kendine soruyordu. “Adaaaa!” diye seslenen Leda cevap alana kadar işin peşini bırakacağa benzemiyordu. Ablasının o altın saçlarından tutup, onu geldiği yere, Yunanistan’a kadar fırlatmak istiyordu o an. Annesinin büyük aşkından doğan muhteşem varlık olarak dünyaya gelmişti. Bu kadar güzel bir çocuk doğurduktan sonra annesinin niçin ikinciyi de yapmaya karar verdiğini hep merak etmişti. Üçüncü çocuğa karar vermesindeki sebep kendinin yeterli olmaması mıydı acaba diye de kafa yormuştu bir dönem. Fakat her nasıl olduysa Ares evlerine, ailelerine öyle bir neşe getirmişti ki, iyi ki de olmuştu. Leda’nın babası farklı olsa da, küçük kardeşiyle o kadar benziyorlardı ki… Sanki yalnızca Ada başka bir babadan olma gibiydi ailede. Babasına tek benzeyen olduğundandı bu farklılık. Ona seslenen ablasının sesini duymamak için aklına ilk gelen şarkıyı mırıldanmaya başladı. Hala duyuyordu sesini. Hatta yaklaşıyordu. Hızla ona doğru geliyordu. Kapı açıldı. “Siz montlarınızı buraya koyabilirsiniz. Ben bulurum Ada’yı şimdi. Rahatınıza bakın, takılın, isterseniz bahçeye, ya da salona geçebilirsiniz çocuklar. İçecek servisi de başlamak üzere” dedi Leda ve gitti. Güneş neredeyse battığı için çıkarken de ışıkları yakmıştı. Neden çoğul konuştuğunu şimdi anlamıştı. Onun yanında biri vardı. Hem de bir kız. Dudakları titremeye başlamıştı. O an tek bulduğu çözüm onları ısırmaktı. Kokusunu alabiliyordu. Burun deliklerinin içinden giriyor ve eş zamanlı olarak gözkapaklarını kapamasına sebep oluyordu. Montunu çıkardı. Yanındaki kimdi peki? “Ne yapalım?” diye soran ses bir kıza aitti. Bakışlarını karşısındaki kıza çevirişini izledi Ada. Canı yanıyordu. Ona ilk bakışını, ilk kez dudaklarını dudaklarına değdirişini unutamıyordu. Şimdi oradaydı, Ada’nın evinde, ablasının, arkadaşlarının eğlendiği bir partide, orada bir başka kızla birlikteydi. Kısacık ama anlamlıydı Ada için onunla olmak. Topu topu yarım yıl takılmışlardı. Öpüşmek, sarılmak ne demek onunla öğrenmişti, bu duygusal temasları ilk kez onunla yaşamıştı. On dört yaşındaydı ve sanki ömür boyu başka bir sevgiyi kaldıramayacak hale gelmişti bu piç yüzünden. Şimdi neden buradaydı ki? “Gel içeri geçelim, Ada’yı da buluruz şimdi. Bizden birkaç kişi daha gelecekmiş zaten” “Emir” dedi kız, Emir’in kurduğu cümleyi duymamışçasına.Ada bu ses tonunu hiç beğenmemişti. Bir sesleniş ya da sıradan bir şey söylemek amacı içermiyordu. Daha çok pembeli, kırmızılı tonlar barındırıyordu içerisinde. Gözleriyle beraber göğüs kafesi yanıyordu şimdi. O sesteki kırmızılar ateşe vermişti bedenini sanki. Gardrobun kapağına uzanan eli, kızın Emir’in dudaklarına yapışmasıyla havada kalakaldı. Kulaklarında çan sesleri vardı. Sağır edici bir ses… İçinden haykırmak geliyordu sesleri susturmak için. Başka, başka şeyler düşünmeliydi. Her yaz gittikleri Ege sahillerini düşünmeye çalıştı. İyot kokusunu anasonla buluşturan Ege rüzgârını mesela. Olmuyordu. Emir… Dudaklarına yapışan kız… Yan sınıflarındaki kızı tanıdı o an. Eli Emir’in çenesiyle boynu arasında öylece kalmıştı. Kokusunun ellerine bulaştığını biliyordu Ada. Kızı kıskandı delicesine bir kıskançlıktı bu. Emir’in kokusuna dokunan elini, siyah at kuyruğu yaptığı uzun saçlarını kıskandı. Ya da bunlar bir yana cesaretini kıskandı. Dolabın içinde iki büklüm, kan ter içindeyken her şey daha da zorlaşmıştı. “Dene Ada, denemeye devam et! Hayal et” diye fısıldıyordu kendine. Sımsıkı kapadığı gözlerini açtığında, dolap kapağının panjur aralığından gördüğü sahne bir kâbus gibiydi. İçini parçalayıp, yetmezmiş gibi her bir parçayı tekrar parçalıyordu. Çabaladı. O sahil kasabasını düşündü yeniden. Fakat vardığı nokta başka bir aşk sahnesine çıkıyordu. Annesine ait, Leda’nın doğumuna aitti bu. Yasemin kokan, gün batımı renklerinin cömertliğiyle çerçevelenmiş bir hikâyeye açılıyordu kapılar. Varlığını en çok hissettiren saatlerde bu kadar güzel renk armonisine sahip olmayan güneş neden veda ederken sergilerdi o güzel tonları? Sanki “kıymetimi bilmedin, bak ben aslında nelere sahiptim” der gibiydi o akşam saatleri. Ya da sadece Ege’de mi öyleydi? Yanında aşkların hüznünü anlatan birileri varken mi görünüyordu bu güzellikler yoksa? Hikâyeye eşlik eden melodilere bir astar mı atıyordu doğa o sırada? Annesinin, bir günbatımında, elinde zarifçe tuttuğu rakı kadehini yudum yudum içerken, âşık olduğu adama dair, ilk kez anlattığı o masmavi yaşanmışlıkları hatırladı Ada. Leda’nın babasına nasıl tutulduğunu, fakat dedelerinin “ben kızımı Yunan’a vermem!” diyerek ilişkilerine nasıl karşı koyduğunu anlatmıştı. Leda, babasının hikâyesini annesinden dinlerken gözyaşlarını tutamamıştı. İstiridyelerin içindeki inci taneleri gibi akıyordu yanaklarından. Ağlamak bile güzel duruyordu onda. Kendi tenini, yüzünü düşününce canı sıkılıyordu. Yaz güneşi tenini yakmış, çilleri bayram havasında… Saçlarının bir kısmı hafif açılmış, ne renk olduğu bile belirsiz, sıradan bir kız çocuğuydu sadece. Ayaklarında asılı kalmış, iki parmağının arasından düştü düşecek parmak arası terlikleri ve kumlu ayaklarıyla bu iki güzel dişinin yanına yanlışlıkla konmuş gibi… Onlar Athena ve Artemis’se, Ada Kirke’ydi. Babası olsa, “fındık burunlu kızım benim” der, ona kendini iyi hissettirirdi. Şimdi ufak burnu hiçbir anlam ifade etmiyordu. Ne yazık ki babası o sıra İstanbul’daydı. Anlatılan bu hikâyeye ait değildi zaten. O başka bir aşkın kahramanıydı. Her yerde karşınıza çıkabilecek bir sevginin belki de… Sıradışı özellikleri olmayan ama güven duvarları son derece sağlam bir adamdı o. “Sonra nasıl evlendiniz peki?” diye sormuştu Ada. Anlatılan Yunan figürü hayal etmeye çalışırken. Babasını dinlememiş, evlenmişlerdi yakışıklı Yunan’la. Çok da mutlu bir evlilikleri olmuş. Leda doğduğunda da torununu kucağına alan dede, yelkenleri suya indirmiş. Fakat o hazin motor kazası Leda’nın babasının hayatına mal olunca, kucağında bir yaşını yeni doldurmuş bebeğiyle, baba evine geri dönmüş bu güzel kadın. Sonrasında dabaşka bir erkek kahraman girmiş hikâyeye ve sıradan bir tanışma, sıradan bir sevgi evliliği olmuş ve Ada daha sonra da Ares doğmuş. Ares ismi tahmin edileceği üzere Leda’nın cinsiyeti belli olmadan önce konulmak üzere hazırda bekletilen adlardan biriymiş. Yarım kalan sevdadan bir isim… “Kız olursa şu, erkek olursa bu olsun sevgilim” Hangi açıdan bakılırsa bakılsın her yerde karşınıza çıkabilecek bir hikâyeden doğan kahramandı Ada. Bedeni hareket etmek istiyordu artık. Gözlerini açmak istiyor fakat fısıltıları duydukça açamıyordu. O mavi kasaba Ada’yı almaz mıydı yanına? Ait olmak isterdi beyaz sokaklarına. Denizine, suyuna… İçi ağlamaya başlamıştı. Kendine sarılmak yetmiyor, bedenini başka topraklara taşımak istiyordu. Kafasında oynayan görüntüler, kelimelere dökülme heyecanına kapılmış gibi dudaklarının arasından çıkmaya çalışıyorlardı şimdi. Israrlı ve zamansız misafirler gibiydiler. Ada o anda o sözcüklere kapıyı açmasaydı eğer, belki de yıllar sonraya kalacak, kanlı canlı bir esere dönüşmeyeceklerdi. Bir doğum başlamıştı orada. Ada doğuruyordu. Salt bir eser çıkacaktı içinden ama öncesinde acı çekmeli, canı yanmalıydı ki kelimelere can versin. Canından can katsın. Dur mavi kasabam… dedi sessizce. Gırtlağından yukarı doğru koşar adım çıkan incecik bir melodiyle birlikte süzüldü ağzından. Sanki kelimeler notaları baştan çıkarmıştı ve kimsenin haberi olmadan birlikte olmaya karar vererek, kendiliğinden var olmuşlardı. Annesinin aşkı gibi asi, çektiği acı kadar gerçek. Melodiyi unutmamak için tekrar etti. Ardından bir daha ve bir daha… Her derin ve sessiz nefeste bir cümle daha doğuyordu. Ilık bir yaz akşamında, sokaklarında kaybolduğu bir yerlerdeydi. Buram buram mavi kokan, Yaseminlerin sarmaş dolaş olduğu o sokakta kalabilmek için bulunduğu karanlık mekanı unutmalıydı. Yavaş yavaş sevdiği erkeğin boynunu kavrayan el yok oldu önce, “Kal yerinde, ben gideceğim…” dedi sessiz… Sonra Emir’in yeşil nehir gözleri kaldı görüntüde. Kapalı gözlerine inat duruyorlardı öylece. Neden sonra fark etti Ada, gözkapaklarının içine işlendiklerini. Sonra yeniden denedi. Bedenindeki her kas gerilmiş, vücut ısısı artmış, midesi kasılmıştı. Nefes sesleri, dudakların birbirine değen kışkırtıcı temaslarını duyabiliyordu hala. Bir daha, “bir masal bırak son kez…” İlk kıtayı var ettiğinde içinde kıvrandığı ıstırap yüzünden yorgun düşmüştü. *** Gözlerine vuran ışıklar, karanlığın içinden çekip çıkarmıştı onu. Önünde duran mikrofona dudaklarını yaklaştırıp ruhunu akıttığında, bedenini çoktan aşıp var olmak istediği yere gitmişti bile. Dur mavi kasabam, Kal yerinde. Ben gideceğim başka bir yere. Bir masal bırak son kez ellerime. Çünkü gideceğim uzak yerlere. Dur mavi kasabam! Son bir hikâye sadece, Yeşil şapkalı kahramanlar olsun içinde. Hepsini saklayacağım valizimde. Gideceğim, Sel kal yerinde. Bir avuç deniz ver sadece, Gittiğimde tuzları kalsın bileklerimde. Ada yalın ayak çıktığı sahneden alkışlar arasında ayrılırken kendini her anlamda tamamlanmış hissediyordu. O akşam gardıropta saklanan, susuzluktan, sıcaktan tansiyonu düşmüş yarı baygın kıza içinden teşekkür ediyordu. Leda ve annesinin telaşlı bakışlarıyla karşılaştığında ev çoktan boşalmış, parti yarıda kesilmişti o gün. “Anne…” demişti ayılır ayılmaz. “Canım? Söyle benim canım kızım? Neyin var senin? Neden dolabın içindeydin? Ah düşündükçe delirecek gibi oluyorum!” “Salak şey! Ödümüzü kopardın!” dedikten sonra terli boynuna gömülmüştü Leda. “Ben bir şarkı besteledim” dedi Ada “Aferin sana da bunun için dolabın içine mi girmeliydin kızım? Evde koca piyano var, başına geçip daha ferah ferah yapabilirdin bunu” “O zaman senin hikâyeni hatırlamazdım. Her şeyden habersiz kalıp acıyı kopkoyu hissedemezdim. Karanlıktayken mavilere sarılıp, yalın ayak tozlu beyaz sokaklarda gezemezdim. Tuzlu suyun tenimde bıraktığı lekeleri anımsamaz, yarım kalmış hikâyeleri hissedemezdim” Kulise geçip terleyen boynunu mendille kurularken hatırladı Ada bu cümlelerini. Salondaki koltukta sere serpe uzanan Ada’ya, uzaydan gelmiş gibi bakan annesi ve küçük bir kopyası olan Leda’nın bakışları gözünün önüne geldikçe gülüyordu. Kapı tıklatıldı ve içeri önce kıvır kıvır sarı saçlarıyla başı çeken Ares girdi. Kolları iki yana açık sarılmaya hazırlanıyordu. Nam-ı diğer Putto! Boyunu geçmiş, kocaman bir delikanlı olmuştu. Leda büyüyen karnını saklama gereği duymadan giydiği beyaz, incecik efil efil bir elbiseyle belirdi arkadan yunan tanrıçası gibi. Ve annesi elinde buruş buruş ettiği mendiliyle gözlerini silerek en arkadan kendini gösterdi. Babası annesinin omuzunu kavramış gururla ona bakıyorlardı.

29 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios

Obtuvo 0 de 5 estrellas.
Aún no hay calificaciones

Agrega una calificación
bottom of page