Mario Levi
Buart Sanat Atölyesi
Bir yaz daha bitiyor… Artık İstanbul’da sonbahar. Kadıköy ve çevresinde yola düşmüş kurumuş yaprakların üstünde yürümek pek mümkün değil ama mevsim, neresinden bakarsanız bakın, yine bir dönüş mevsimi. Dönüş… Resmin öyle çok hatırlattığı var ki…
Farklı şehirlerde, ‘memleketlerinde’ yazlarını geçirenler, yaşamayı tercih ettikleri ya da kim bilir hangi mecburiyetler sebebiyle yerleştikleri şehre dönecek. Memleket ve memleketçilik meselesini başka bir sohbete bırakalım. Ama vakti geldiğinde mutlaka deşelim. Üstelik gidebildiğimiz yere kadar. Çünkü bu yaşananlar da kanayan yaralarımız arasında.
Dönüş bu şehirde kendilerini hâlâ başka bir şehre ait hissedenler için de geçerli değil. Yaz aylarındaki şehir kaçkınları da yavaş yavaş sokaklarına, kıyılarına dönüyor. Çünkü artık Kadıköy ve çevresi de o bunaltıcı sıcaklarda terk ediliyor. Bir göç daha tersine dönmüş.
Gelgelelim şimdilerdeki bir başka dönüş, gerçek bir İstanbullu olarak, beni hepsinden fazla ilgilendiriyor. Yaşanana kaçınılmaz ve gereken bir ayrılığın sonu da diyebilirsiniz. Balık avlanma mevsiminin sonuna gelmiş bulunuyoruz artık. Sonbahar bu yasağın bitmesiyle gelen kavuşma sayesinde daha da anlamlı. Sadece anlamlı değil, heyecanlandırıcı da. Sebebi mi? Ben İstanbulluluk kimliğinin balıkla çok yakından ilintili olduğuna inanıyorum da ondan. Dahası mevzu burada sadece balık yemek bile değil. Size balığı yaşamak da var, desem? Kokusunu hatırlatmaya çalışsam? Bu kokuyu doyasıya, sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin de değil, dünyanın en güzel köşelerinden biri olarak gördüğüm Kadıköy Çarşısı’nda doyasıya hissedebileceğinizi söylesem? Hiç şüphe yok ki Beyoğlu’ndaki Balık Pazarı da var. Kumkapı’da, gecenin sonlarında, gün henüz ağarmadan hayata geçen Hal de var, yakınlarındaki balıkçılar da. İstinye de var, Sarıyer de. Beşiktaş’taki Çarşı da var ki, karakteri itibariyle birçok açıdan Kadıköy Çarşısı’nın kardeşi gibidir. Her ikisinde de birçok gerçek İstanbulluyu alışveriş yaparken görebilirsiniz.
Balığın kokusu vardır, evet. Kimi zaman insana tadından da güzel gelebilecek kokusu. Ama en mühimi şehrin tarihine ve duygusuna gönülden bağlılık duyanlar için hikâyeleridir şüphesiz. O tarih olmasa şehir şehir olamaz zaten. Galata Köprüsü’nden denize gün boyunca olta sallayanları elbette bilirsiniz. Benzerlerine Kadıköy kıyılarında da rastlayabilirsiniz. Onlara şehrin kendilerine bir iş, meşgale bulmaya çalışan işsizleri gözüyle de bakabilirsiniz, emeklilik günlerine renk katmaya çalışan yorgunları, yenilgiye uğramış hayalperestleri, hatta gizli şairleri gözüyle de. Hoş gerçek balıkçılara göre balık tutmak için denize açılmak gerekir, kıyıdan olta sallamanın bir kıymeti harbiyesi yoktur. Ama ben bu insanları da hayallerimle beslediğim hikâyelerini de hep sevdim.
Geriye efsaneler kalıyor. Nerede ne zaman duyduğumu ya da okuduğumu hatırlayamıyorum. Bir vakitler meraklıları, tam da böyle sonbahar günlerinde, Boğaz’ın Karadeniz’e açılan son noktasında durur, gelecek ilk palamutları beklerlermiş. Sevgi böyle bir sevgi. Şehrin duygusuna bağlılık böyle bir bağlılık. Yüzyılların mirası bu aslında, kolay değil. Eski Bizans sikkelerinde palamut tasvirinin bulunmasıysa hiç görmezlikten gelinecek gibi değil.
Balık belki de bu sebeplerle bu şehrin kimliğini yapan en vazgeçilemez unsurları arasındadır. Hepsinin bir zamanı vardır üstelik. Farklı tatları da. Her keseye uygun düşeni de. Boğaz’ın tartışmasız kralı lüfer birçok insana pahalı gelebilir. Öyledir de zaten. Ama bir istavrit tavaya ya da ızgara sardalyaya, tatlarını almış kim itiraz edebilir? Yanına da biraz soğan… Ne dersiniz? Balık ekmek bu yüzden mi İstanbul’a en has kokular arasındadır?
Resim, eğer isterseniz, böyle bir resim olabilir. Şimdilik. Bu başlangıca yakışsın diye. Ne var ki mevzu sadece bu duygularla sınırlı değil. Palamut zamanında mıyız? Öyle diyelim. Ya gerisi? Onu da gelecek sohbetimizde konuşuruz belki. Bir küçük ipucu vereyim. Uskumrunun, ama sularımıza has uskumrunun çoktan buralardan uzaklaştığını, artık çok, ama çok ender görüldüğünün farkında mısınız? Izgarasının tadına doyum olmazdı oysa. Üstünde bazen zeytinyağlı limonlu bir sos da gezdirilirdi. Sosun içine ince ince kıyılmış maydanoz da konurdu. Evde, iyice yağlandığında, tuzlanmışı da yapılırdı. Lakerdanın yerini tutmazdı elbet. Ama yine de çok lezzetliydi. Çirozun tadını sona sakladım. Artık çoğu, nerdeyse tamamı, uskumruya çok benzeyen kolyostan yapılıyor. Zaman zaman da istavritten. Salatasının tadını bilen bilir. Ocağın üstünde közlendiğinde eve yayılan kokusuysa dilediğimce anlatabilir miyim, bilemiyorum.
Demek ki dönüş bazıları için yokmuş artık.
İyi de tüm bu şüpheler ve kırgınlıklar yola devam etmemin ve duygularımı ısrarla dile getirmemin engeli değil ki. Size gelecek sohbetimizde de buralarda kalacağımı söylesem, nerelere gitmek istediğimi tahmin edebilir misiniz?
Comments