Lütfü ile karşılaşmalarından sonra Emel günlerce etkisinden kurtulamadı. Hep o an çaktı durdu gözlerinde. Yüreğinin yıllarını harcadığı adam, kitaplara bakan çekik gözlü Koreli eşi ve anne karnında gün sayan doğacak bebekleri ile onun dükkânında ne arıyorlardı? Tesadüflerin yarısı sevindirici hallere gebe olurken bu durum açısından bakıldığında tam tersi olduğu aşikârdı. Müthiş bir özlem hissetti. Elbette kaçınılmaz bir kıskançlık da. Ayakları o kahrolası yeşil kadife berjere gövdesini mıhlasa da ruhu tam da adamın burnun dibindeydi. Gözlerindeki o pırıltı aradan bilmem kaç gün, ay, yıl geçmiş olmasına rağmen genç kızlığında matematik dersi aldığı zamanlarla aynıydı. Değişen sadece bedenlerindeki yıpranma payıydı. Anlaşılan o ki, yaşamlarında tıpkı vücutlarında onları terk etmek üzere olan gençlikleri gibi yeni eklentiler de vardı. Adamın kolunda eşi, kırlaşan saçları ve çöken avurtları gibi.
Ah o yeşil koltuğun kol kısımlarında kibarca durmakta olan Emel’in elleri. Avuç içleri nasıl da alev alev yanmaktaydı. Sakin görünümünün ardında sırtından kayan ter damlacıkları çaktırmadan ipek gömleğine oradan da kadife berjere değdi. Kadife, ömrü boyunca böylesi heyecan ve aşkı bir daha hiç göremeyecekti. Sırdaştı berjer, sakladı kadının terini. Koltuk esasında zangır zangır titriyordu ama ağırbaşlı görüntüsünden durum çok anlaşılmıyordu. Kadının ayağa kalkmamasının sebebi cesaret eksikliği diye düşünülebilirdi ancak bacakları yeni gelin gibi titrediğinden harekete geçememişti. Kullanabildiği tek uzvu gözleriydi. Kısmi felç geçirircesine donakalmışken yapabildiği tek şey tüm gücünü gözlerinden akan ışığa kayıtsızca, tüm dünyayı bu bakışları feda edercesine bakmaktı. Yılların edilemeyen itirafları akıyordu. Bakışlar tıpkı bir mıknatıs gibi kenetlenmişti havada. Yeşil kadife berjer tek şahitti. O yürek dayanmayacak üç beş saniyelik bakışın sonunda kadın da adam da ağlamıştı.
Veda edebilmişlerdi bu sefer. Hem deli bir mutluluk hem kızgın bir özlemle. Berjerin sahibi yerinden saatlerce kalkamamıştı onlar gittikten sonra da. Zeyno uğramıştı bir ara yanına. Emel ablasının yüzündeki sararmışlık ve kırık gülümsemenin ne anlama geldiğini çözememiş, sorularına da düzgün yanıtlar alamamıştı. Kadın durumun anormalliğini “Başım çok ağrıyor üşüttüm sanırım,” diyerek geçiştirmişti. Kimse o anda ona bulaşsın istemiyordu. Tüm gece boyunca yeşil kadife koltuk tek akranı oldu. Zeyno göz ucuyla girip çıkıyordu yanına ama çözemediği durumu da biraz akışına bırakmıştı.
Nasıl evlenebilmişti Lütfü? Kadın şaşkındı. Demek çabuk unutulmuştu. Ama o gözlerden çıkan görünmeyen alevlere ne demeliydi? Bitmiş olamazdı. Hissedebiliyordu. Bıraktıkları yerden devam edebilecek bir durum da söz konusu değildi. Sabahın ilk saatlerine kadar oturdu koltukta. Sonra gecenin içinden çınlayan akreple yelkovanın dürtüsü ile yerinden kalktı, sahafın sokak kapısını açtı. Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Sabaha karşı saat, tam da yıllar önce babasının konağını terk ettiği saatlerdi. Tan ağarırken yaşam hem tedirginlik verecek derecede güne açılıyor hem de süzülen ışıklarla güven tanecikleri havaya saçıyordu. Yıllar önce belki de bugünlerin habercisiydi. Tan ağarma saatleri demek ki Emel’in saatleriydi. Ona aitti. Yaşamı ona -daha önceden olduğu gibi- sadece tek bir kere bu hayata geldiğini hatırlatmıştı. Ağır ağır sindirdi bir önceki gün gördüklerini. Duygu hazmı zor işti. O geçtiğini sansa da yıllar sonra bile küt diye karşısına çıkıvermiş ve pek de bir şeyleri halledememiş olduğu gerçeğini yüzüne çarpmıştı. Bu şok etkisiyle dayak yemiş gibi hissetti. Ne olduğunu ne ara bu acının üzerine örtü atıp görmezden gelmeye çalıştığını hatırlayamadı. Yine sokağa attı kendini.
Nazım Hikmet’in lafı geldi aklına: “Yaşamak ümitli bir iştir sevgilim. Yaşamak, seni sevmek gibi ciddi bir iştir.” O halde ümit kalmadıysa dünden sonra yaşamanın bir anlamı da kalmış mıydı? Sevmek olmayacaksa şu yaşamı dünya gözüyle çok da ciddiye almak anlamsız değil miydi?
Beti benzi atık vaziyette kaldırımdan şuursuzca yürüdü. Yıllarca kendinden bile gizlediği o ümidin uçan balonu elinden kaçmış çocuk gibi çaresizce kayboluşuna bakakaldı. Bir daha geri gelmeyeceğini anladı. Gözleri, gökyüzünde silinmekte olan balonu aradı. Silikleşmekteydi tıpkı artık zerre ümidinin kalmadığı ilk ve son aşkı Lütfü gibi. Yoktu artık. Ona ait değildi. Geçmişindeki yaşanan güzel anlardan beslenmeye dalıp gitmeseydi, dadılarının burnundan kıl aldırmayan tavırlarının damarlarında gezmesine engel olsaydı, durum acaba yine aynı mı olurdu diye aklında evirdi çevirdi. Elbette olmazdı. Çaba gösterebilirdi. Kendini ilişkide pasifize edip kilometrelerce uzaklıktaki sevdiği adamın ayaklarına kapanmasını hayal etmekten başka ne yaptı? Sorguladı ve suçladı kendini. Harekete geçemeyişini lanetledi. Cesaretsizliğine en ağır cezaları verdi. Yıllarca ümit etmenin tembel dağında pineklemiş, bu uğurda yapılması gerekenler gözünde büyümüş, bir süre sonra da unutmuştu. Aşk bu değmez miydi? Ah! Şimdiki aklı olsa böyle mi olurdu sonuç? Dağları delmek, denizleri aşmak gözünde büyümüştü çünkü o kadar emindi ki günün birinde Lütfü’nün ona geleceğine. Şimdi ise neyin kaybına bu kadar üzülüyordu? Yıllardır mektup bile yazmadığı aşkının ona bir taahhüdü yoktu ki. Vaatlerde de bulunmamıştı. O halde neyin hayal kırıklığını yaşıyordu?
İçine düştüğü boşlukta kendini bir hayli yalnız hissetti. Ayakları yere basamıyordu bir türlü. Ağlamıştı her ikisi de o karşılaşma anında ancak gözyaşı sebepleri birbirinden çok farklıydı. Kader yaşamlarını asimetrik çizmişti ve bu yollar hiç çakışmamıştı. Kesişmeyen doğrular gibi. Gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyeceklerdi. Bu merakla yaşayacak olmanın verdiği iç karıncalanması ise oldukça ağırdı. Lütfü ile artık ayrı dünyalarda oldukları için bu girdap gibi aklını başından alan kuyruklu sorularla ölüp gidecekti yeşil kadife koltuğunda. Tembel olmamıştı yaşamının hiçbir döneminde. Ancak hayatının aşkında nedensiz bir tembellik, gözlerini ve onu harekete geçirecek uzuvlarını adeta esir almış, ruhunu kısmi felce çevirip olduğu yere çakılmasına neden olmuştu. Bu kadar süredir fark edememiş olmasına hayıflandı. Çocuk gibi davranmış ve sonunda onu kaybetmişti. Şimdi ise başa alıp tekrar yaşama şansı yoktu. Ruhundaki tiyatronun son perdesiydi oynanan. Çengellere ve çelmelere takılmaya meyilliydi. Onu kaybetmek iğne iğne içine batıyordu her an.
Uçup giden balon, Lütfü ve yeşil kadife berjer… Kayboluşlar ve tanıkları…
O günden sonra Emel’in yaşlılığı sihirli bir değnek değmişçesine hızlandı. Yersiz ve münasebetsiz bu yaşlanma haline hiç karşı koymadı. Hâlâ bile pek çoğuna güzel görünebilecek bu kadının sarkan gülme çizgileri, halsiz ama bir nebze pırıltıyı barındıran, alımlı ama halka halka kırışan gözleri acele ediyorlardı sanki yok olmak için. Fransızların meşhur lafı gibi “Ecoute beaucoup, parle peu.” çok düşünüp az konuşur olmuştu. Kitaplara sığındı her zamanki gibi. Sayfaların arasına kaçtı. Gözlüğünün ardından bedenini o yeşil berjere bırakıp dalıp gitti farklı diyarlara. Bu ruh halinin babasının intikamı olabileceği aklına geldi bir ara. Sonra ölmüş adamın günahını alıyorum, diye tövbe etti başını iki yana sallayarak. Zeyno’nun eksik etmediği cam bardağındaki çayını hemencecik içemez oldu. Soğudu o çay. Halide annesini anardı her içişte. Dumanı üstünde tüterken keyfine vararak her yudumdan sonra bir “Oh!” çekerdi başını okuduğu kitaptan kaldırarak. Bu keyfini de bıraktı. Ya da keyfi onu bıraktı her şeyi yavaş yavaş bıraktığı gibi. Arada kalkıp yürüyüş yapıyordu nereye gittiğini söylemeden. Bazı sabahlar da sandalyeyi dükkânın önüne çıkarıp orada oturuyordu. Zeyno, ablası kadar çok sevip saydığı, hayatında önemli yeri olan bu değerli insana neler olduğunu anlamıyordu. Naci’ye “Bence kesin hasta,” demişti. “Doktora götürmek lazım,” diyen imam nikahlı eşine hak verdi. Bir dalgınlık ve pus halinin her geçen gün başından aşağıya akmakta olduğuna şahit oluyorlardı. İnsanın itiraf edemediği ‘ölüme gün sayma’ bekçisi, Emel’in yanı başında duruyordu. Takvimden her geçen günün sayfasını kopartır gibi günlerin azaldığını acı acı hissediyordu. Zeyno’nun tüm ikna çabaları boşa kürek çekmekle eşti. Yaşlı kadın katiyen doktora gitmeyi kabul etmiyor, tam tersi zor kalkan göz kapaklarını bi gayret açarak “Bak ben gayet iyiyim, hem daha sizin düğünde oynayacağım. Merak etme sen beni,” diye de gülüp geçiştiriyordu. Genç kadın çaresiz dudak bükerek abla gibi sevdiği bu asil ruhu daha da sıkmak istemiyordu. İyiliği için ısrar etmenin onu ne kadar sıktığını fark edince bir daha sormamalıyım, diye aklından geçirdi. Oysaki içi içini kemiriyor, belki anne belki de abla yerine koyduğu bu yüreğin eriyen bir buz kütlesi gibi avuçlarının arasından kayıp gitmesine engel olmak istiyordu. Acaba o neşeli, hayata tüm kuvvetiyle bağlanmış bu kadın gerçekten gitmek mi istiyordu. Burada geçirdiği her gün ona ıstırap veriyor olabilir miydi? Kendini defalarca onun yerine koydu. Elbette ki olayları bilmiyordu ancak derdinin derinlerde hatta çok derinlerde yattığını hissedebiliyordu. Okuduklarından yola çıkmaya çalıştı. Yol ona kadını rahat bırakması gerektiğini fısıldadı. Hatta artık aralarında fazla uzun süremeyen sohbetlerin sonunda yaşlı kadının kulağına eğilip “Sen nasıl istersen öyle olsun,” diyerek onu rahatlatmayı denedi. Tabii bunu dedikten sonra Emel’in geriye doğru sallanan başının önünde yandan hafif alaylı bir gülüşle “Artık çok geç,” dediğini duymuştu.
Bu etkileyici roman, yazı atölyemizin değerli katılımcılarından Pınar Maliki'nin kaleminden çıktı. Eğer bu hikaye sizi etkilediyse, kitabın tamamını okuyarak yazarın zengin dünyasına daha yakından tanık olabilirsiniz. Kitabı buradan satın alabilirsiniz.
❤️