Son yıllarda ülkemizde, felsefeye olan ilgi gözle görülür bir şekilde artmıştır.
Bunun iki nedeni var:
Birincisi toplumsal ve siyasal sorunlarımızın derin bir krize dönüşmesi ve bu krizi aşabilmek için zihinsel-düşünsel arayışlardaki derinleşme arzusu;
İkincisi ise son yıllarda genç nüfusun ve özellikle de İmam Hatiplerde, İslam bilimleri ve ilahiyat bölümlerinde okuyan öğrencilerin, ilahiyatın yanıt veremediği teolojik sorulara, felsefeye yönelerek yanıt aramasıdır.
Felsefeye yönelen veya yönelmek isteyen birçok insan kendine şu soruları sormaktadır:
Felsefe nedir ve benim ne işime yarayacak?
Felsefeyle inançla ilgili sorularıma yanıt bulabilir miyim?
Yeni bir dünya savaşı tehlikesinin arttığı günlerde, felsefe, evrensel sorunlarımıza nasıl yanıt verebilir?
Felsefe tarihine baktığımızda büyük filozofların, örneğin Platon ve Aristoteles (Antikçağ), Farabi ve ibn Rüşd (İslam uygarlığı), Descartes ve Spinoza (Yeni Çağ ve Aydınlanma), Kant ve Marx (Devrimler çağı), özellikle siyasi, dini ve kültürel krizlerde ortaya çıktıklarına ve yeni tez ve bakış açısıyla toplumlara yol yol gösterdiklerine tanık oluyoruz.
Felsefe Nedir?
Önce kısaca, “felsefe nedir” sorusuna yanıt arayalım… Kelime itibarıyla felsefe, bilgelik sevgisidir. “Philo-sophia” iki terimden oluşturulmuş bir kavramdır. “Philo”, dostluk, “Sophia” ise, kökeni Mısır gizemciliğine kadar giden bilgelik tanrıçasının adıdır.Ancak, “bilgelik veya bilgi sevgisi”, çok şey ifade etmez. Bu yüzden felsefeyi şöyle tanımlamakta yarar vardır: “İnsanın sınırlı ve kıt bilgisiyle, evrenin sınırsız ve sonsuz bilgisiyle boy ölçüşmesi.” Peki bu ne demektir? Dikkat edilirse bu cümle üç farklı varsayım ve önerme içermektedir. Bir, insanın bilgisinin kıt ve hep sınırlı kalacağı varsayımı. İki, evrenin bilgisinin hep sonsuz ve sınırsız olacağı varsayımı. Üç, insanın, evrenin sonsuz bilgisiyle hiçbir zaman boy ölçüşmekten vazgeçmeyeceği varsayımı.
Yunan mitolojisindeki Sisifos söylencesini bilirsiniz. Tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos, bedeninden katbekat büyük kayayı sürekli bir tepeye çıkarır, fakat kaya, tepeye çıkarıldığı anda yeniden aşağıya doğru yuvarlanır. Sisifos bunu bile bile yapar, pes etmez çünkü o bununla, aslında onu cezalandırmış olan tanrılara kafa tutmaktadır. İnsan da aynı durumdadır. Evrenin sınırsız ve sonsuz bilgisine sahip olamayacağını bile bile evrenin (varlığın) bilgisine ulaşma arzusu sonsuz bir mücadeledir. Elimizden başka bir şey gelir mi? Hayat; hareket halinde olmak, toplumda etkin olma, sürekli bilgiyi merak etme, bilinen ve alışkanlıklardan şüphe duyma, düşünme ve mücadele etmeden başka bir şey midir?
Peki, insanın bilgisi neden sınırlıdır?
Çünkü evrenin sonsuz bilgisiyle kıyaslandığında insanın hem zihinsel kapasitesi kısıtlıdır hem de ömrü kısadır. Zihnimizin kapasitesi devasa ve ömrümüz de binlerce yıl sürseydi bile evrenin bilgisiyle boy ölçüşmemiz mümkün olamayacaktı. Çünkü evrenin yapı taşı olan madde, sürekli hareket halindedir ve her değiştiği anda, kendisiyle birlikte yeni bilgi üretmektedir. Evrenin ürettiği bilgi, zihnimize her zaman bilginin oluşma süreci tamamlandıktan sonra yansır. Bu yüzden Hegel, “Minerva’nın başkuşu, uçmaya ancak alacakaranlıkta başlar” demişti. Filozof Herakleitos ise bilginin sürekli değişimini şöyle ifade etmişti: “Bir derede iki kez yıkanılmaz.” Herakleitos bununla, varlığın her an değiştiğini ve yıkandığımız suyun da o anda akıp gittiğini, yeniden dereye girildiğinde başka bir suyla karşı karşıya olduğumuzu söylemek istemişti. Eğer o su, akıp gitmemiş olsaydı bile yıkandığımız su, eski su olmazdı, çünkü kullandığımız suyun kimyası da her an değişmektedir.Kısacası bilgimiz, evrenin sonsuz ve üstelik her an değişmekte olan bilgisi karşısında durmaksızın eskidiği için, mutlak bilgi karşısında hep sınırlı kalacaktır. Varlıktaki bilginin değişim hızı, bizim bilgiyi edinme hızımızdan kat be kat daha hızlıdır. Evrenin bilgisi sonsuzdur ama bilgiye olan merakımız da sonsuzdur. Çünkü insan, merak eden, şüphe duyan, bilgiye ulaşmadıkça rahat edemeyen, sorunlarını deşip sorgulayan ve işin köküne varmayıncaya kadar huzur bulamayan canlı bir varlıktır. Merak ve şüphe duygusunun kökeninde kuşkusuz bilgiye olan ihtiyaç ve bildiklerimizi sorgulama vardır ve bu da canlı varlıklar açısından vazgeçilmezdir. Yaşam enerjimizin kaynağı da işte bu bilgiye ulaşma arzusudur ki ben bunu “bilgisizliğimizle sürekli boy ölçüşmek” olarak ifade ediyorum.
Peki, insan felsefeye neden ihtiyaç duyar?
Felsefenin, tarihten gelen bazı temel amaçları ve yöntemleri vardır. Bunlar:
Bir, emin olmadığımız konular ve durumlar hakkında şüphe duymak ve sorular sormak;
İki, bize söylenen ve emin olamadığımız herhangi bir şeyin niçin öyle değil de başka türlü olmadığına ilişkin kafa patlatmak;
Üç, doğruluğundan şüphe edilen iddiaları, bir de yeni bilgilerle akıl süzgecinden geçirmek;
Dört, içinde yaşanılan ve çoğunlukla memnun olunmayan mevcut toplumsal durum hakkında geleceğe ilişkin tasarılar düşünmek ve tezler ortaya atmak.
Kısacası ihtiyaç duyulan bilgiyi merak etmek, sorular sormak, şüphe duymak, akla başvurmak ve geleceğe ilişkin tezler ileri sürmek, felsefenin amaç ve yöntemlerini ifade eder.Dikkat edilirse, her insan kendi yaşamını sorular sorarak, şüphe duyduğu konuları araştırarak, bunların yaparken de akla başvurarak ve gelecekte nasıl bir durumda olmak istediğine ilişkin düşünceler geliştirerek inşa eder.
Felsefe ne işe yarar?
Felsefe bize en başta soyutlamayı öğretir. Yani kavram üretmemizi sağlar. Peki Soyutlama nedir? Soyutlama, düşünmeyi kolaylaştırmaktır. Onlarca ağaç çeşidini saymamak için “orman” terimini kullanırız. Ya da Ayşe, Can, Emel, Deniz gibi isimleri saymamak için topluca “insan” deriz. Kavramlar yaratarak düşünmeyi yalınlaştırmış ve kolaylaştırmış oluruz. Felsefe bize kavramları nasıl kullanmamız gerektiğini öğrettiği gibi, olay ve durumları, bize göründüğü şekliyle değil de, derinde yatan ve başka anlamları olan nedenleri araştırmayı öğretir. Felsefe bize karmaşık gözüken sorun ve çelişkileri, belli bir sıralama içinde ele almayı, önce en önemli sorun ve çelişkiden başlamayı ve sonra da ikinci önemde olanları ele almayı öğretir. Bu aynı zamanda mantık biliminde derinleşmektir. Yani felsefe bize derin düşünmeyi ve bizi meşgul eden sorunları sistemli bir şekilde ele almayı öğretir. Felsefe, düşünmenin aslında bir ustalık işi olduğunu, neyi, nasıl ve hangi yöntemle ele almamız gerektiğini öğretir.
Dolayısıyla felsefe bize, birbiriyle ilişkili olmadığı sanılan konuların nasıl ele alınıp basitleştirilebileceğini de kavratır. Ayrıca felsefe bize, yaşamın nasıl anlamlı veya anlamsız olacağını da öğretir. Felsefe bize değerler sisteminin önemini kavratır. Felsefe bize zamanı değerlendirmeyi ve planlamayı öğretir.Kibirli mi ya da mütevazı mı olmayı; Açgözlü mü yoksa cömert mi olmayı; Zalim mi yoksa vicdanlı mı olmayı; Tüketim hastası mı olmayı yoksa minimalist bir yaşam tarzına sahip olmayı mı tercih etmeyi öğretir ki bu da insanın, bir yaşam felsefesi veya değerler sistemi edinmesi demektir. Kısacası felsefe, etik değerlerimizin doğru olup olmadığını, doğru değilse ne tür değerler edinmemiz gerektiğini kavratır. “Ruhumuz bir savaş alanı gibidir.” der Halil Cibran. Mantığımız, tutkularımız, arzularımız ve amaçlarımız çoğunlukla birbirine karışır. İşte felsefe bize, bu karmaşık durumdan çıkmaya yardımcı olur.
Felsefe ve İnanç Sorunu
İnsanlar neden inanır? Bunu açıklayabilmek için biraz geriye gitmemiz gerekir. Hayvanların bilincinde, “doğa” ve “biz” kavramı yoktur. Onlar böyle bir ayrım yapamazlar. Yani doğanın bağrında ona yabancılaşmadan yaşarlar. İnsanlar ise zihinsel gelişim ve toplumsal yaşamıyla birlikte doğaya yabancılaştı, onun bir parçası olmakla birlikte onunla özdeş olmadıklarını kavrayarak ondan uzaklaştı. İnsan beyni, metafizik üreten bir alettir.
Peki bu ne demektir? Olmayanı düşünmek, yok olanı ise varmış gibi sanmak. Sanatın, rüyaların, edebiyatın, bilimin, mitolojinin, dinlerin, masalların, gelecek tasavvurlarının kökeni buradadır.Olmayanı düşünen ilk insan, anlattığı masallarla, hikayelerle, söylencelerle başkaları üzerinde nasıl etkili olduğu görmüştür. Bu etkinin gücüdür ki insan hayret eder, merak eder, öfkelenir, rıza gösterir, harekete geçer veya biat eder.İnsan bu etkinin sadece canlı varlıklar değil, cansız varlıklar üzerinde de etkili olacağını düşünmüştür. Bu yüzden her varlıkta, görülemeyen, hissedilemeyen bir ruhun varlığını varsaymıştır. Şamanlardan biliriz. Ağaçlarla, kartallarla, rüzgarla ve atlarla konuşurlar. İlahilerle, şarkılarla, dualarla onları kendilerine boyun eğdireceklerini varsayarlar. Onlara şükreder, onlara öfkelenir, onlara biat ederler. Ama onlara dua yoluyla dileklerini kabul ettireceklerini de sanırlar. Kısacası insan, hayvanlar aleminden kendine tanrılar yaratarak uzaklaşmıştır.
Tanrı nedir?
En iyi, en mükemmel, en yaratıcı, en kusursuz varlık değil midir?İnsan hep en kusursuz, en yaratıcı ve en iyi varlık olmak istemiş ve böylece zihninde ürettiği ideal bir varlığı, kendine idol yapmıştır. İlerleyen süreçte bu düşünce önce çok tanrılı ve ardından da tek tanrılı dinlere evrilmiştir. Dinler, özellikle de semavi dinler, imparatorlukların ideaları olarak ortaya çıktı. Dinlerin temelinde, ilahi yasalarla gerekçelendirilmiş ahlaki ilkeler (öldürmeyeceksin, zulmetmeyeceksin, yetim hakkı yemeyeceksin, zina etmeyeceksin vb.) bulunur. Hem Yahudilik, hem Hıristiyanlık hem de İslam dini, bu ilkeler üzerinde kurulduğunu ileri sürer. Dinler, Ortaçağ imparatorluklarının fetih politikalarının gerekçesi olarak belli bir yere kadar etki alanlarını genişletmişlerdi. Bu yüzden sadece bir kavmin ya da bir bölgenin değil, bütün insanlık aleminin dinleri olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla insanlığın evrensel sorunlarının nihai çözümünün de, dinlerde yattığını söylemişlerdir. Ancak buna rağmen ne kölelik ne iktidarların zalimlikleri son bulmuştur. Aksine dinlerin teşvik ettiği fetihlerle birlikte bunlar daha da artmıştır. Başta vaat edilenler, önemli ölçüde boşa çıkmıştır. Bugün evrensel sorunlar öyle bir boyut kazanmıştır ki bırakalım dinlerin bunlara evrensel bir yanıt vermesini, bu sorunlara ilişkin ciddi bir kavrayışın bile olmadığını söyleyebiliriz. Ne yazık ki dinler, son 30-40 yılın da gösterdiği gibi, bu kadar aydınlanmaya rağmen bugün hala kültürler arası çatışma ve savaşların aracı durumundadır.
İnsanlığın Büyük Sorunları ve Felsefenin Yaklaşımı
Felsefenin işlevi sadece sorgulamak değil aynı zamanda geleceğe dair tasavvurda bulunmaktır. İnsanlığın baş belası olan üç temel sorun vardır ki bunlara kısaca “modern cehalet” demeyi uygun görüyorum.
Dünyanın ozon tabakasını delen, iklim dengesini bozan, bütün canlılara ait olan temiz havayı, akciğerimiz olan ormanları, bin bir türlü canlı varlığın yaşam alanı olan denizleri ve doğal zenginlikleri, kar hırsı ve tüketim hastalığı yüzünden bitirme noktasına getiren küresel cehalet.
Gelişmiş kapitalist ülkelerin marifetiyle, tahakküm ve sömürüden kaynaklanan küresel eşitsizliğin ve gelir adaletsizliğinin yol açtığı küresel sefalet, açlık, salgın ve eğitimsizlikten kaynaklanan kültürel cehalet.
Ülke içinde toplumsal-siyasal çoğulculuğu yok eden, din, kültür ve düşünceden kaynaklı farklılıkları, bir kültürel zenginlik olarak değil, aksine bir tehlike olarak gören ve bölgeler arası ayrımcılığı, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve dinciliği sürekli kışkırtarak toplumları bölen toplumsal cehalet…
Kanımca, felsefenin, önümüzdeki dönemde esas olarak yoğunlaşması gereken konular bu üç alan ve bunlardan kaynaklanan sorunlardır…
Comentarios