Meltem Çelikel
Buart Sanat Atölyesi
Kapıyı açıp içeriye girdi. Evde koyu, derin bir sessizlik vardı. Depo olarak kullanılan küçük odada hızlıca üzerini değiştirdi. Ellerini yıkadı, mutfağa giderken koridordaki gri granit yer döşemesinin üzerine düşmüş kırmızı şalı aldı, itinayla katladı. Oturma odasına bıraktı.
Salondaki masif ağaçtan yapılmış büyük yemek masasının üzerinde bir kısmı devrilmiş kadehler, tabağın içerisinde rengi dönmüş, sararmış peynirler, başka bir tabakta yarısı yenmiş siyah üzüm, yanında krakerler duruyordu. Tepsiye doldurarak birkaç seferde hepsini mutfağa taşıdı, masayı sildi.
Şuraya buraya düşmüş yastıkları tek tek aldı, eliyle birkaç kez vurup tozlarını silkeledi, yerlerine yerleştirdi. Stor perdeleri kaldırdı, havalandırmak için terasın kapısını açtı, derin bir iç çekerek masmavi boğaz manzarasına baktı. Bir yük gemisi geçiyordu. Dağılmış sandalyeleri masanın etrafına düzgün bir şekilde dizdi. Saksılardaki kurumuş çiçekleri topladı.
Kahvaltıyı hazırlamak için mutfağa geçmişti ki patlar gibi yüksek perdeden birden başlayan müzik sesi ortalığa bomba gibi düştü. İşe başlayalı üç hafta olmuştu fakat bir türlü alışamamıştı bu gürültüye. Her sabah duyduğunda ödü patlıyor, düşecek gibi oluyordu.
Kapı açıldı içeriden dağınık kumral saçları, hafif uzamış sakalları, uykulu ve boş bakan gözleriyle kot pantolon üzerine beyaz tişört giymiş genç bir adam çıktı, koridoru geçip salona gitti, kanepeye oturdu. Ayaklarını pufa uzattı, gözlerini kaşıdı. Gerindi;
-Kibar bakar mısın! diye bağırdı.
Kadın koşarak geldi;
-Bir kahve getir, sade olsun…
-Tamam, hemen…
Orta boylu, oldukça kilolu, uçuk sarı saçlı, altmışlarında gözüken kadın pembe şifon sabahlığı yerleri süpürür bir şekilde salona girip pencere kenarındaki boğaz manzarasını en iyi gören koltuğa oturdu. Elindeki krem kavanozunu önündeki küçük sehpaya koydu. Cebinden çıkardığı saç bandını taktı ve kavanozdan işaret parmağı ile krem alıp elleriyle yüzüne yaydı, masaj yapar gibi yavaşça ovalamaya başladı. Bir yandan da kanepede oturan genç adama ters ters bakıyordu.
Adam gözlerini elindeki cep telefonundan çekip;
-Ooooo valide bugün erkencisin, iyi sabahlar! Seni bekliyordum, gel gel söyleyeceklerim var, dedi.
Kadın çok da dikkate almamış gibi bir tavırla boğaz manzarasını seyretti, ellerini alnına götürüp saçlarını sıvazladı. Kısa bir süre tırnaklarını, kırmızı ojelerini inceledi. Sonra “Yine ne saçmalayacaksın?” der gibi sorgulayan bakışlarla oğluna baktı.
Genç adam bir çırpıda Amerika’ya yerleşeceğini, ülkeden ve aile muhabbetinden sıkıldığını, öyle evlenmek iş güç gibi kalıplara sığamayacağını, onlardan para falan da talep etmediğini arka arkaya sıraladı. Para da dahil olmak üzere kendisi ve babasıyla fazla bir bağı kalmasını istemediğini anlattı. Ondan da babasından da kendisine dayatılan hayattan da sıkıldığını söyledi. Ciddiyetini göstermek için internetten aldığı uçak bileti dökümünü krem kavanozunun yanına atar gibi bıraktı.
Ortalığa bomba düşmüş gibiydi.
Kadın önce dikkatle bilete baktı, sonra ayağa kalktı, şaşırmış gibiydi. Yüzü dahil vücudu hareketsiz öylece bekliyor, sadece gözlerini kırpıyor, arada bir iri göğüslerinin inip kalkmasından nefes aldığı anlaşılıyordu.
Birden kendini oğlunun karşısındaki kanepeye attı, ne diyeceğini düşünür gibiydi. Haykırır gibi;
-Ulan nedir bu çektiğimiz senden? Her şeyin en iyisini aldık, en pahalı kıyafetlerle büyüdün eşek sıpası. Yediğin önünde yemediğin arkanda. Hep yanında yakınında olduk. Ne desen yaptık. Baban da ben de yırtık, başkalarının verdiği ayakkabılarla geçirdik çocukluğumuzu, diye bağırdı. Bir süredir taktığı ve yüzüne büyük gelen elit maskeyi artık çıkarmıştı.
Oğlu iğne batırılmış gibi irkildi. Ona acı, öfkeli, keskin, çok sarsıcı bir ifadeyle baktı.
Sinirden titremeye başladı, kıpkırmızı oldu.
-Tabii evet, şüphesiz çok yakınımda. Paraya pula tapan, sınıf atlamaya kilitlenmiş dikkatinizin, meşguliyetinizin bir köşesinde, kalan azıcık boş zamanınızın insafında bir yerlerde. Yahu sen ne diyorsun valide? Horladığın o bakıcıların, hizmetçilerin bile senden daha çok emeği var oğlunda.
Aygül korkuyla bakıyordu. Oğlu;
-Yakınımda, yanımda. Nasıl yanımda yahu? diye dalgın ve öfkeli mırıldandı.
Kadının gözlerinin tam da içine baktı.
-Hiç aynaya, kendine bakıyor musun? Ama gerçekten kendine. Sen kimsin ya… Her sene değiştirdiğin İtalyan mobilyaların, içindeki gerçek “Sen”i de değiştirebiliyor mu? Takıların, marka ayakkabıların, çantaların?..
Kadın nefes almakta güçlük çeker gibi hırlamaya, bir yandan elleriyle dizini dövmeye başlamıştı.
Oğlunun gözlerinde nefret ve intikam sınırında gidip gelen çok keskin bir ifade vardı. Ailesinden, kendisinden, içinde bulunduğu ortamdan, perdelerden, koltuklardan, havadan, sinekten, tozdan, güneşten, dünyadan tiksiniyor gibiydi.
Kadın ayağa fırladı, birkaç adım attı, sendeledi yere düştü. Kibar tüm konuşmaları duymuş, şaşırmış, kahvaltılıkları koyduğu geniş tepsi ile salon kapısında kalakalmıştı. Tam geri dönecekken arkasından;
-Geç Kibar, geç sen hazırla kahvaltıyı, bunlar yıllardır böyle işte. Yüz göz oldular iyice. Dertleri neymiş bakalım sabah sabah, diyen yaşlı adamın sesini duydu.
O sırada genç adam annesinin yere düşmüş olmasına aldırmadan;
-Sen pedere uygun bir dille anlatırsın, sakın engel olmaya falan çalışmayın, vır vır vır kafa ütülemeyin. Gerçi belki de kurtulduğunuza sevinirsiniz. Gideceğim o kadar, dedi ve masanın üzerinde duran araba anahtarını aldı. Koridorda bekleyen babasına bir bakış fırlatıp çıktı.
O çıkar çıkmaz Kibar içeriye girip yerde serilmiş yatan kadına;
-Aygül Hanım! Alın şu suyu için. Kalkmak için size yardım etmemi ister misiniz? Bir bitki çayı yapayım mı?
Aygül yavaşça, acı acı;
-Aygül Hanım falan yok efendim! Aygül Hanım falan yok burada… Şimdi defolup çık, ben çağırmadan da gelme, dedi.
Kadın çıkınca arkasından bir delinin yüz ifadesiyle bağırdı;
-Defol git, çabuk çık buradan, hepiniz çıkıp gidin!
Kibar ne yapacağını bilemez halde salondan çıktı. Koridorda hala dikilmekte olan Aygül Hanım’ın yaşlı kocası başını hafifçe salladı;
-Kızım sen bana bir orta kahve getir, terastayım, dedi.
Kibar sabahtan akşama kadar nefes almadan çalışabilir, tüm ağır işlerin üstesinden gelebilirdi. Fakat huzursuzluğu hiç sevmezdi, işe başlayalı çok olmasa da bu evde sürekli bir çatışma, kavga, gürültü vardı. Yine de oğlu için, para kazanmak için katlanacaktı.
Aygül Hanım birkaç saat içerisinde sakinleşti. Kuaförünü aradı, kocasının şoförüne gelip kendisini almasını söyledi. Sanki sabah üzüntüden yerlerde sürünen o değildi. Üzerine biraz dar gelen Chanel etek ceket takımını giydi. Saçlarını kabarttı. Yüksek topuklu ayakkabıları ve Hermes çantasıyla ortalığa parfüm kokuları yayarak mutlu mesut çıktı. Çıkarken;
-Kibar, bu oğlanın odasını iyice bir temizle, çamaşır suyuylan ov, yine cinleri perileri geldi galiba, bir gün o uyurken hocaya okutacağım. Uyanıkken kabul etmez, kıyameti kopartır. Bana bak odayı da şöyle iyice kontrol et! Bir karı kız meselesi mi var onu böyle kudurtan, bir şey bulursan bana haber ver hadi… Ha akşama kulüpteyiz yemeğe gerek yok, bu deli de gelirse dışarıdan sipariş versin, dedi.
Kibar;
-Tabii Aygül Hanım…
Hiç oturmadan çalıştı, akşam olmuştu, kapıyı kilitledi, alarmı kurdu, çıktı. Birkaç vasıta değiştirdi. Yorgundu, ayakları neredeyse sürükleniyordu, yol boyunca Aygül Hanım ve oğlunu düşündü, onlar için üzüldü. İyi yürekliydi.
Balkonlara asılmış rengarenk çamaşırların, dar kaldırımların üzerine dikilmiş elektrik direkleri arasında örümcek ağı gibi gidip gelen kabloların, sağlı sollu düzensiz park edilmiş tozlu arabaların olduğu sokaklardan geçti.
Zayıf kolları kardeşini veya hayatın en az üç beş ağır yükünü taşıyan, bir tarafı hüzün bir tarafı umut bakan bahar gözlü kız çocukları vardı kapı önlerinde.
Hayallerini, umutlarını iki taşın arasına sabitledikleri kale çizgisine sığdırmış ayağına iki numara büyük terliğiyle şut çeken, kazağının yarısı pantolonunun içinde yarısı dışında kısa traşlı erkek çocukları top oynuyordu yollarda…
Beyaz başörtülü, soluk zayıf yüzlü yaşlı kadınlar merakla geçmişlerindeki boşluğun yere düşmüş haline bakıyordu pencerelerden.
Bir umudu sahiplenmek için yol gözleyen, hayatın neresinden tutacağını şaşırmış omuzuna yük yüküne omuz dayanmayan ev kadınları balkonlardan halı silkeliyordu kontrolsüzce.
Adamlar sohbet için kahvehanelere doluşmuştu. Burası Kibar’ın mahallesiydi ve akşam olmak üzereydi.
Parmaklıklı penceresi olan, kirasını hiç aksatmadan ayın ilk gününde ödediği evinin kapısını açıp içeriye girdi. Girer girmez keskin bir temizlik kokusu, ütülü örtülerin, dantellerin cetvel gibi ve takıntı derecesinde simetrik yayılımı tokat gibi çarptı yüzüne. Tertipli, intizamlı ama bir yerlerden derlenmiş eşyaların fakirliği vurgulayan kaderine razı birlikteliği ona iddiasız ve kendi halinde bir huzur verdi. Ne kadar farklıydı bir saat önce çıktığı evden. Derin bir nefes aldı. Eski, ucuz eşyalarla döşenmiş de olsa insanın kendi düzeninde olması güzeldi.
Her zaman derli toplu, tertemizdi. Ayakkabıların bu titizliğe başkaldırıp içeriye girmesi mümkün değildi. Daima kapı önünde çıkarılır, misafir geldiğinde topuk kısmı kapıya dönük şekilde çift çift dizili, çıkışta giyilmeye hazır beklerdi. Sabah akşam bıkmadan siler, süpürür, ovardı her yeri. Belki de bu onun hayatla en kolay savaşıydı. Yapabileceğinin en iyisi, üstesinden gelebileceklerinin en ulaşılır olanıydı. En detaylı temizliği kendi evinde yapardı, en büyük dikkati mutfağında pişirdiği yemeklere verirdi, en çok kendi misafirine özen gösterirdi çünkü hayat ona iyisinden bir ‘’en’’ borçluydu.
Üzerini değiştirdi, elini yüzünü yıkayıp yemek pişirmek için mutfağa girdi. Aygül Hanım talimat verdiği için tüm evi detaylıca temizlemişti, bacakları yorgunluktan fena halde ağrıyordu. Ama yine de büyük bir keyifle, özenerek oğluna yemek hazırlayacaktı.
O sırada kapı açıldı.
-Anam, benim garip anam! Güzel anam! Kibar anam, diye bağıran oğlu girdi içeriye.
Sonra kadının şaşkın bakışları arasında evin içinde dönerek;
-Anne terfi ettim, terfi ettim ben! diye bağırdı, kadına sarılıp öpmeye başladı.
-Ellerini ver annem, çamaşır sularıyla yıpratıp oğlunu büyüten o kıymetli ellerini ver öpeceğim doya doya. İnanabiliyor musun bana araba verdiler sende kalabilir akşamları dediler. Maaşım da arttı.
Kibar şaşırmıştı, birden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Yarı hüzünlü yarı sevinçli kâh bağırır, kâh şarkı söyler gibi oğluna sarılıp onun ellerini öperek ağladı.
Oğlu habere çok sevineceğini bilse de onun bu kadar sarsılmasına şaşırmıştı;
-Anne artık çalışma… İstemiyorum el kapılarına gitmeni, dedi.
Kibar mutluluktan yanakları pembe pembe olmuş fakat utanır gibi yere bakarak;
-Olur mu oğlum, olur mu?.. Ben kendimi bildim bileli çalışırım. Çalışmazsam ne yapacağım? Elim ayağım tutuyor Allah’a şükür. Hem daha dur, yuva kuracaksın, evleneceksin, torunlarım olacak. El birliğiyle çalışırız, sana başını sokacak bir ev alamazsam nerde kalmış benim analığım? Çalışırım aslan oğlum, çalışırım.
-Peki, nasıl istersen, ama unutma istediğin zaman bırakabilirsin. Veya daha az yorucu bir iş düşünürüz senin için olmaz mı? Yarın seni işe ben bırakayım.
-Tamam yavrum, tamam.
Ertesi sabah Kibar lacivert şirket arabasının önüne kuruldu, kemerini bağladı. O seviyor diye oğlunun açtığı uzun havalar yanık yanık çalsa da neşeli, sevgi dolu bir muhabbetle konuşurken yolun nasıl geçtiğini anlamadılar. Tarabya’da lüks evlerin olduğu sokağa girdiler, az katlı bir apartmanın önünde durdular.
Kibar inmeden önce pencerelere, balkonlara tek tek baktı. Giriş katındaki yaşlı Afitap Hanım balkondaydı. O anda Aygül pencereyi açtı, erkenden kalkmıştı.
Kibar göğsünü şişirdi, iftiharla oğluna baktı;
-Allah senden razı olsun annem. Hep koltuklarımı kabarttın, işin rast gitsin, haydi sağlıcakla, dedi.
Çantasını alıp indi. Aygül Hanım’ın pencerede olup olmadığını kontrol etti. Kadın terasa çıkmış merakla arabaya ve kendisine bakıyordu. Utandı, yanlış bir şey yapıyormuş, suç işlemiş gibi kıpkırmızı oldu. Çekingen adımlarla apartmana doğru yürüdü.
ความคิดเห็น