top of page

BEN BU HİKÂYEDE YOKUM

Yazar: Can Dörter


Etrafıma bakınıyorum. Odayı sadece bir gaz lambasının titrek ışığı aydınlatıyor. Bir gecekondu odasına benziyor burası. Üzeri formika kaplı kıytırık bir masada oturuyorum. Toplanmamış bir sofra var üzerinde. Altı tane tabak sayıyorum. Ortadaki dibi tutmuş tencerenin dibinde azıcık kuru fasulye kalmış. Masanın üzeri ekmek kırıntılarıyla dolu. Kalkıp duvardaki aynaya yürüyorum. Kendime bakıyorum. Avurtları çökmüş bıyıklı bir adamla göz göze geliyorum. Üzerimde atlet, altımda çizgili pijama var. Hala bu pijamalar üretiliyor mu? Eskiden Sümerbank’da satılırdı. Aynanın kenarına tutturulmuş fotoğraflara bakıyorum. Aynada gördüğüm adam, yanında tombulca güleç bir kadın ve dört farklı boyda çocuk var resimlerde.


Yine ucuz bir prodüksiyonun ortasına düştüm. Ulan şunun şurasında on yedi ayım kaldı roman kahramanı olmama. Bizde işler böyle. Önce hikâyelerde yan karakter oluyorsun, uzun bir süre çile çekiyorsun sonra ana karakter oluyorsun. Aynen terfi alır gibi. En sonunda romanlara geçiyorsun. Yine önce yan sonra da ana karakter. Hele çok satan bir romanın ana kahramanı olursan yaşadın gitti. Bir daha sırtın yere gelmiyor. Senelerce hikâye kahramanı olup yaşlanınca buradan emekli olan çok arkadaşımız oldu. Belki yine bir şeyler çıkar diye toplanmış bekliyorlar. Sadece yoldan geçen adam karakterine bile razılar. Yoksa silinip gidecekler. Bir Servet abimiz vardı en son Sait Faik Abasıyanık’ın “Lüzumsuz Adam” hikâyesinde işkembeci Bayram’ı canlandırmış, hatta ana karakter Mansur ile diyaloğu bile var. “Sirke sarımsak koyayım mı Mansur Bey” “Koyma bugün. Evvelsi gün biraz dokandı; gaz yaptı”. Onca sene inatla bekledi durdu garibim. Kimse bir daha kullanmadı onu. Artık silik soluk görüyoruz Servet abiyi, sesi de sinek vızıltısı gibi. Yakında tamamen silinip gidecek...


Bundan önceki hikâyede sadrazamdım. Muhteşem bir sarayda üzerimde altın sırmalı kadife kaftanlar, kürkler kafamda koca kavuklar. Onca ağır kumaşın altında kurdeşen oldum ama olsun. Yazar o kadar çok sofra sahnesi yazmış ki et yemekten gut oldum. Ama şimdi bu ne? Kıçı kırık bir odada gaz lambasının ışığında yanık kuru fasulye tenceresinin önünde oturuyorum. Başımı yukarı doğru kaldırıp sesleniyorum.


-Hey oradaki!


Hiç ses yok. Yazar bozuntusu bizi adam yerine koymuyor demek ki. Ben de bu hikâyenin içine etmez miyim? Bir kez daha sesleniyorum


-Hey sana diyorum!

-Efendim?

-Hah sonunda teşrif ettiniz beyefendi. Adınızı sorabilir miyim?

-Ateş Boyar

-Kimim ben bu hikâyede Ateş Hocam?

-Abdülselam Kısa

-Çok yaratıcı bir isim sağ ol.


Çok da sinirlendiğimi göstermemeliyim. Ne de olsa herifin elindeyiz. Pat diye öldürüverir beni kalp krizinden filan. Biraz alttan almalıyım.


-Sanırım evliyim ve dört çocukluyum. Karım kim?

-Döne

-Sosyal içerikli bir şeyler yazacaksın sanırım hocam. Böyle gecekondu, gaz lambası filan. Yalnız bir şey soracağım. Bu çizgili pijama biraz klişe kaçmadı mı?

-Yoo ben gayet memnunum.

-Ne iş yapacağım ben? Fabrikada işçi miyim? Sendika grev filan hikâyesi mi?

-İnşaatlarda günü birlik amelelik.

-Evde bu kadar nüfusla hem de.

-Konu bu zaten senin çekeceğin sıkıntılar


Hay senin yaratıcılığına. Ne kıt bir hayal dünyası var herifin. Bu ortamlar yazıla yazıla yetmişli yıllarda tüketilmedi mi?


-Yok hocam!

-Ne yoku?

-Ben bu hikâyede yokum.

-Nasıl yani?

-Yokum işte. Şartlar değişirse yine konuşuruz.

-Bak Abdülselam kardeş. Başladık yazmaya bir kere, değiştiremem bu saatten sonra.

-Sen bilirsin.


Sessizliğe bürünüp masanın başına tekrar oturuyorum. Hiç kımıldamadan put gibi duruyorum. Yukarıdan adımı seslenip duruyor. Cevap bile vermiyorum. Aradan yarım saat geçiyor. Yine sesleniyor.


-Ne istiyorsun söyle Abdülselam?


Biraz nazlanarak cevap veriyorum.

-Yeni bir başlangıç. Sen yazarsın hayal gücünü kullansana. Kurgu bir hikâye yazıyorsun. Elinde sonsuz imkân var. Yazar yarattığı dünyanın tanrısıdır derler. Öncelikle şu sefaletten kurtulalım. Tamam Tolkien gibi yeni bir “Orta Dünya” mitolojisi yarat demiyoruz ama mesela Avrupa’da bir ülkede geçsin hikâyemiz.

-Neresini tercih edersiniz beyefendi?

-Bak Monaco olabilir. Hep görmek istemişimdir. Üstelik Cannes’ a da yakın. Film festivalinin olduğu tarih olursa oraya da bir uğrarım.

-Monaco’ya bir kez gitmiştim de Cannes Film Festivali’ni nasıl yazayım? Hiç gitmişliğim yok.

-Araştır yaz bana ne? Ha bu arda adımı da değiştir lütfen.

-Ne olsun?

-Toygar olsun.

 

Bir limuzinin arka koltuğunda şehrin ışıklarını seyrederek yolculuk ediyorum. Üzerimde çok şık bir ceket var. Yakasını dışarıya doru çevirip markasını okuyorum Armani. Ateş’e yol göstermekten yoruldum. İki dil bilmem lazım dedim. Şu anda mükemmel İngilizce ve Fransızca konuşabiliyorum. Ceketin cebini yokluyorum timsah derisi bir cüzdan buluyorum. Ama içi bomboş.


-Ateş hocam cüzdan iyi hoş da içini bir dolduruversek. Bir zahmet el atıver.


Cüzdanı ikinci açışımda tüm bölmelerinin farklı renklerde kredi kartlarıyla dolu olduğunu görüyorum. Biraz da kâğıt para var. Araba Monte Carlo kumarhanesinin tam karşısındaki Hotel de Paris’in önünde duruyor. Otelin önündeki görevli koşup kapımı açıyor. Ayağımı kırmızı halıya atıp dışarı çıktığımda Armani ceketimin altında çizgili Sümerbank pijamasının pantolonunun hala durduğunu görüyorum. Sinir içinde yukarı doğru bağırıyorum “ATEEEEŞ!”

Süit oda diye çok diretmiştim, iyi ki de etmişim. Muhteşem bir odaya giriyorum. Apartman dairesi desem daha doğru olur. Bana eşlik eden genç çocuk bana süiti tanıtıyor, her otelde mini bar olur ya, burada içi tıka basa dolu devasa bir buzdolabı var. Geniş bir toplantı masası, salon takımları, beş kişinin rahat rahat yatacağı bir yatak ve harika manzaralı bir teras. Çocuğa cüzdanımdan bir yüz euro veriyorum gözleri parlıyor. Dolapları açıyorum içleri renk renk takım elbiselerle gömleklerle dolu.


Bir haftadır tam bir hovarda gibi yaşıyorum. Tüm sahilin altını üstüne getiriyorum. Otelin karşısındaki kumarhanede deli gibi oyun oynuyorum. Çalışanlara verecek bahşiş bulamazsam kolumdaki pahalı saatleri armağan ediyorum. Cannes Film Festivali başladı. Açılışa Monica Belluci ile gideceğim diye tutturdum. Kırmızı halıda kolumda Monica ile merdivenleri çıkarken patlayan flaşlardan gözüm kamaştı. Alışık değilim böyle uluslararası prodüksiyonlara.


Açılış seremonisinden sonra Monica ile benim otelime gitmeye karar veriyoruz. Çok mutluyum ama bu mutluluk çok uzun sürmüyor. Otele yaklaştığımızda önünün polis arabalarıyla dolu olduğunu görüyorum. Otelin ön cephesi yanar döner kırmızı mavi ışıklarla parlıyor. Arabadan iner inmez üstüme çullanıp yere yatırıyorlar. Ters kelepçeyle bileklerim bağlanıyor. Ben sürekli canhıraş feryat ediyorum “Ateeeşşş!… Ateşş Hocaaammm!”. Ama hiçbir şey değişmiyor.

 

“ÜNLÜ YAZAR ATEŞ BOYAR EVİNDE ÖLÜ OLARAK BULUNDU.

Yetkililere göre çok satan kitapların yazarı Ateş Boyar son kitabını yazdığı bilgisayarının başında geçirdiği ani kalp krizi sonucunda yaşamını yitirdi.

Son Haber Gazetesi / 27 Şubat 2024

 

Son Söz

Tam kırk beş gündür Monte Carlo hapishanesindeyim. Beni dolandırıcılıktan içeri aldılar. Kredi kartlarımın geçerliliği yokmuş. Hatta öyle bir banka bile yokmuş. Ah Ateş! yaktın beni. Sana araştır demiştim. Banka adı da uydurulur mu? Google’a bakıp bir banka adı bulamadın mı hocam?


Tek umudum, belki bir Fransız yazar Monte Carlo hapishanesinde yabancı uyruklu bir dolandırıcının hikâyesini yazar, ben de buradan kurtulurum.

Son Yazılar

Hepsini Gör

ARPA BOYU

bottom of page