Yazar: Neslihan Şenbaklavacı
Defalarca bölünmüş uykumdan, ağırlaşmış başımla yatağın içinde kaybolmak isterken, derinden gelen bir müzik sesiyle uyanıyorum. Kullandığım ilaçlarla zorla da olsa biraz uyuyabilmek umuduyla uyuşturmaya çalıştığım beynim ve gövdem sesin nerden geldiğini anlamaya çalışıyor. Başımı kaldırıyorum hafifçe, ses salondan geliyor. Cep telefonum çalıyor. Normalde yanımda bulundururum, yatak odamda… Ama bugün o günlerden değil. “Sabahçı Kahvesi” diyen bir arabesk şarkı dolduruyor evi. Boşandıktan sonra zil sesi yaptığım için arkadaşlarımın güldüğü o melodilerden biri.
Yavruağzı kalın perdenin, geceden açık bıraktığım otuz santim kadarlık alanından içeri süzülen ışığa bakıp henüz oldukça erken bir saatte olduğumuzu kestiriyorum o yarı baygın hâlimle. Kim olabilir ki bu saatte… Dün ablama iyi hissettiğimi, endişelenmemesini, son gittiğim doktoru sevdiğimi, yarın uzun uzun dinlenip evde kalacağımı, beni merak etmemesini söylemiştim oysa.
Kalkmıyorum. Dünden verilmiş bir karar bu. Başım yastıklardan birine düşüyor. Uyku mu? Baygınlık mı? Bilemediğim bir hâl içinde öylece kalıyorum yatakta. Kim söylemişti çok yastıkla yatmak daha iyi bir uyku sağlar diye. Yalanmış… Yoksa o hamileler için miydi de ben karıştırmıştım... Doktoruma sormadan ilacımı 1 mg daha artırdım dün gece. Daha çok uyurum diyordum ama o da işe yaramadı. Zaten yaramasını beklemiyordum ki... O gittiğinden beri uyuyamıyorum… 2 Eylül 2017. Sonra hâkim karşısına çıkıp boşanma davasına “Evet,” demeler falan… Kâğıda imza atınca bitmiyormuş her şey… Oysa ben öyle sanıyordum. O buradan çıkıp gidince sanki beynimden de çıkıp gidecekti…
Dalmışım biraz… Aynı rüya, dün doktora da anlattım, hep aynı rüya. Sadece arada yeni oyuncular girip çıkıyor ama senaryo hep aynı… Çocukluk aşkım, çocuklarımın babası, sevgilim, kocam, her şeyim bana “Ben gidiyorum sen kalıyorsun,” diyor ve uzaklaşıyor…
“Doktor ilaç değiştirelim geçecek. Unutacaksın,” diyor. Kaçıncı doktordu bu? Unuttum. Uyanıyorum… Bir saat daha geçmiş gibi… Kararlıyım, hiç yataktan çıkmayacağım bugün. Çıksam ne olacak ki?.. Ama başka bir işim daha var bugün. Kendi seçimimle ölümümü planlayacağım… Sahnelerden en önemlisi hazır zihnimde. Senaryoların pik yaptığı nokta gibi. Onun bir adı vardı, neydi aklıma gelmiyor şimdi… Bir A4 kağıdının yarısına “ÖLÜMÜMDEN O VE AİLESİ SORUMLUDUR” yazıyorum ve dört köşesinden toplu iğneleyip itinayla göğsüme iliştiriyorum. Sıkı sıkı, çıkmayacak şekilde. Teyellesem mi acaba? Herkes bilsin, herkes duysun istiyorum. Peki ya atlayarak ölümü seçersem toplu iğneler batıp canımı acıtır mı, diyorum içimden. Neyse en önemli detay hazır şu an, gerisini bulurum nasılsa…
Tekrar gömülüyorum yastıklara. Bu sefer başımın altında uzun tüylü, pembe süs yastığı var. Annemler kırlent derdi. Yüzüm kaşınıyor, hoş bir deterjan kokusu alıyorum ama biraz kirlenmiş gibi sanki. İlaçlar ter yapıyor, defalarca uyanmaktan olsa gerek boynum, göğsüm, pijamam ıslanıyor hep.
Doktorun biri "Uzun yıllar aynı kişiyle uyuyanlarda da oluyor bu uyku sorunları,” dedi. Hem yaşımızla da ilgiymiş. Yaş ilerledikçe uyku ihtiyacı ve uykuya dalmak zorlaşırmış… Mış da mış… Ben biliyorum sebebi, o gittiğinden beri uyuyamıyorum. İlaçla düzelecek gibi değil… İlaçlar onu geri getiremeyeceğine göre…
Susadım. Yatağın başında hep suyum olur. Biraz içiyorum. Yine uyku bastı. Uyku da değil aslında, gri beyin dedikleri gibi bir şey bu. Uyanık mıyım uyuyor muyum bilmiyorum.
Aynı rüyanın bir başka versiyonu geliyor bu kez. Annesi, kayınvalidem beni hiç sevmezdi. Yine siyahlar giymiş, karşıma geçip “Biz gidiyoruz, sen kalıyorsun!” diyor. Arkalarını dönüp bilmediğim bir yöne doğru uzaklaşıyorlar sonra. Kayınvalidemin uçuşuyor siyah eteği. Ezbere bildiğim siluetleri kalıyor zihnimde. Karanlık.
Telefon tekrar çalıyor. Arayan kimse ısrarlı bugün, ama ben de kararlıyım. Çok işim var, ölümümü planlayacağım. Kalksam mı artık? Hayır.
Önceden, geceleri ertesi sabah kahvaltı yapmanın hayaliyle yatardım. Bence hayatın anlamıdır kahvaltı. Çayın günü müjdeleyen kokusu, çaydanlığın tıkırtısı. Zeytin, reçel, peynir, ekmek ve olmazsa olmaz üç adet ceviz. Ceviz yaşamdır bence, omega3 kapsülleri içiyor insanlar çuvalla para ödeyerek. Ben ceviz yerim, belki de çocukluktan gelen anlamlar yüklü bunda. Evde çuvalla ceviz bulunurdu. Küçük oturma odamızdaki divanın altında saklanırlardı. Çuvalı çekiştirip oynamaya, cevizlerin birbirine vurduğunda çıkan tıkır tıkır seslere bayılırdım, çok eğlendirirdi beni. Oynatmazlardı ama neden acaba? O yıllarda şimdiki gibi hayat erişilemez pahalılıkta değildi ki. Meyve ağaçları, şeftali ağaçları, kiraz ağaçları doluydu çocukluğumun uzak yıllarında.
Kalkar gibi yaparken aniden vazgeçen gözlerim odayı tarıyor. Bu kez sola dönüyorum, sol tarafta o yatardı. Alışmışım, çoğu sabah hiç bozulmadan durur hâlâ. Tıkış tıkış yatağın yarısında yatıyorum. Komidin toz tutmuş, silmek gerek. Gözlerim bir ay önce Çin’in insanlara hediyesi şu Covid denen illetin başımıza dert ettiği maske kutusuna takılıyor. Ben bile maskelendim sonunda. Oysa hiç umurumda bile değildi. Son birkaç gündür haberleşmeyi de kestim. Dışarıda neler oluyor bilmiyorum. Benim işim çok bugün. Ben ölümümü planlıyorum. Yoğunum bugün.
Şimdi başlamalıyım. Detaylar önemli… Kâğıt parçası ve toplu iğneler mutlaka sahnede olacak. Buna göre kurmalıyım senaryoyu.
Öyle bir sahne ki dönüşü olmamalı. Bir yerden atlayabilirim. Kesin çözüm, oh ne güzel tek hamlede… Kısa bir uçuş, bir dehşet anı ve güm yere vuruş! Mutlu son. Ama ya acırsa?
İkinci sırada ilaç içmek var. Çeşit çeşit ilaçları bir araya getirip “Hoooop!” hepsini birden mideye indirmek. Ya yarım kalırsa… Ya formül tutmazsa… Bitkisel hayata girersem… Ya tam işin ortasındayken vazgeçersem…
Trenin altına atlamak?
Bir ağaca kendimi asmak?
Ya da eski evimde bir merdiven boşluğu var, korkuluklardan sallandırabilirim kendimi.
Çamaşır suyu içsem? Yok çamaşırları bile tam temizlemiyorlar artık… Beni mi temizleyecek…
Ya da Virginia gibi ceplerime taş doldurup nehre mi girsem… Allah’ın kuru Ankara’sında nehir varmış gibi… Bu da olmadı.
Kapı çalıyor. Tam planların ortasındayım oysa. Ablam mı geldi acaba? Of tam sırasını buldu!
Yumruklamaya başladı, artık zili çalmıyor. Açsam mı?
İşim var ama komşular rahatsız olacak. Kalkıp açayım, bir şey mi oldu ki?
İsteksiz, geri giden adımlarla sendeleyerek yatağımdan çıkıyorum. Yavaşça kapıya ilerliyorum. Zorlanarak açıyorum.
Ablam maskesinden bile belli olacak şekilde kıpkırmızı yüzüyle avazı çıktığı kadar bağırıyor artık. “Neredesin Allah’ın cezası? Sabahtan beri kaç kere aradım… İnsan merak etmez mi? Dünya yıkılıyor sen “Orhan! Orhan!” diye ölüp gidiyorsun burada! Dükkânlar kapanıyor, sokağa çıkma yasağı ilan edildi. O herifi sayıklarken açlıktan geberip gideceksin burada...” diye saydırdıkça saydırıyor.
Açlıktan mı öleceğim? Bunu hiç düşünmedim… Uzun sürer… Açlıktan ölmek? Bir virüs yüzünden? Bit kadar bile değilken. Mikroskop altında bile bilmem kaç milyon kere büyütülmeden görülemeyen bir “şey” yüzünden. Kâğıdım ve toplu iğnelerim ne olacak? “Sizin yüzünüzden açlıktan öldüm,” hiç şık olmaz ki!... Hem de mantıksız, aptalca. Dramatik, hızlı ve kesin sonuç verecek şekilde olmalı benim sahnem.
Ablam epey bir bağrındıktan sonra gidiyor. Odama dönüyorum. Yatağın ucuna oturuyorum. Başımda uyuşukluk ve ablamın balyoz gibi inen sözleri var. Hayır, benim hikâyemde böyle bir seçenek yok. Çevreme bakıyorum. Bir çift çorap gözüme ilişiyor. Zorlukla birini ayağıma geçiriyorum. İkincisi için biraz beklemem gerek. Yorgunum…
Alışverişe çıkmalıyım. Ekmek ve su almalıyım!...
Comments