Yazar: Funda Er
“Ben kendimi burada nasıl buldum bilmiyorum. Bir öykü kahramanı olmak için çoktan biçilmişim, haberim yok. Bu ada neresi biliyor musunuz? Ben bilmiyorum.” Haritada bir nokta” dedi usta yazar, öyle olsun. Ben güya gelmişim, balıkçılara yardım etmişim de pay alamamışım. Eh madem öyle, saygı duyarım... Tamam, fazla uzatmadan konuya girelim.
Eeee ben evet... Yakın bir yerden gelmediğim doğru. Taa adanın öbür ucundan geldim. Adım Süleyman. Eski bir balıkçı kaptanıydım. Koca bir motorum, birçok tayfam vardı bir vakitler benim. Daha bir buçuk sene olmamıştı... Motorun borcu bile bitmemişti. Açıklardayken bir fırtına çıktı ki öyle böyle değil... Canla başla motoru geri getirebildim. Ama o fırtınayla boğuşurken ayağımı sakatladım işte. Motorum yara aldı. Sonra tayfalar dağıldı. Tamiri çok paraydı. Üç kuruşa gitti motor... Hasta bir annem var benim. Olanca param da zaman içinde onun tedavisine gitti. Oldukça yaşlı. Görseniz şimdi, öldü ölecek... Kıt kanaat geçiniyoruz. Benden balık istedi. Alacak param da yok ki alayım. Bir balık verirler umuduyla buraya geldim de şu olanlara bak."
Dişlerini sıkıp, bu kaptan var ya bu kaptan... Ben onun ciğerini bilirim. Belki zamanla adam olmuştur diye düşünmüştüm... Köpek balığı gibidir o. Tayfalarını da kendine benzetmiş. Aç gözlü yırtıcı köpek balıkları... Dişleri yetse çiğ balık yerler bunlar... Adamı bile yerler. Böyle kemiğini sıyıra sıyıra değil, çıtır çıtır kemiğiyle yerler. Ben balıklarına mı kalmışım onların? Akılları sıra beni hakir gördüler, adamdan saymadılar. Haksızlığı hak sayarlar böyleleri. Adam olmayan kendileri asıl... Haberleri yok. Deselerdi bana baştan söyleselerdi. Adam seçer bunlar... Gözümün önünde üç tane dülger alan oldu... Eeeh, öyle olsun.
Yaşlı adam, ayağa kalmış, halâ biteviye sinirle konuşuyordu. “Haksızlık etti” dinleyenleri gördükçe sırtı dikleşiyor, düşük omuzları geriye doğru geriliyordu. Sinirden kızaran sarı benzi şimdi al al olmuştu. Ağzına dolan tükürükler, dökülmüş dişlerinin arasından etrafa sıçrıyor, saçılıyordu. Bunları anlatırken, balıkçı reis ile tayfaları dülgerleriyle çoktan evlerine gitmişlerdi. Süleyman Bey de sonunda sandalyesine oturmuştu.
Hepimiz Süleyman Bey’e çok üzülmüştük. Onu dinlerken hem başına gelenleri hem de olup biteni gözlerim dolarak dinlemiştim.
Kahvehanede onu savunup balıkçılardan azar işiten adam, tütüncüden kalem kâğıt alıp ayrı bir masada yazan bizim Sait Faik, bir de kahveciyle, ben kalmıştım.
Sait Faik, oturduğu masadan dikkatle, bir acıma duygusuyla beraber adamı dinlemişti, eli ile alnını ovuşturuyor, sonra önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyordu.
Küçüklüğünden beri yazmaya meraklıydı zaten Sait Faik. Öyle güzel öyküler yazardı ki sanki içinde yaşardı.
Bütün bunlar çok uzun bir zaman önce yaşanmıştı aslında. 1952 de...
Ben kim miyim? Adım Sabahat. Sait Faik” Haritada Bir Nokta “öyküsünü yazdığından beri bu adada yaşayıp gidiyorum. Bu ada aynı öyküsündeki gibi inanın... Ben de satırların arasından çıkıp hayat bulan, bu adanın yaşayıp giden yerlilerindenim. Bu kahvehanede senelerdir işlere yardımcıyım.
Sabahat Hanım, ellili yaşlarında pembe beyaz tenli, sarı kumral saçlı bir hanımdı. Gözlerinin rengi Sait Faik’inden daha koyu idi.
Sait Faik mi? O hep burada... Hep kırklı yaşlarda... Sait’in yazma sevdalısı olduğunu bu adada bilmeyen yoktur. Yazmayacağım, dediğinde inanmamıştım zaten. O hem denize hem adalara hem de yazmaya sevdalıdır. Bu sevdası da karşılıksız değil üstelik... Ada da deniz de yazdıkları da ona sevdalıdır.
Bizim Sait’in ne yazdığını merak edip yaklaştım. Biraz ötesinde Çiko yerde kıvrılmış uyuyordu. Pek severdi köpeğini.
“Sabahat teyze, daha erken... Bu öykü değil, şimdilik karalama. Bunlar değişecek, daha eklenecek, belki biçilecek sonra öykü olacak...Belki de bambaşka olur. dedi” Başımı onun dediklerini destekler biçimde sallayıp “Olsun” dedim.
Benim merakımı hoş görür, bizim kahvehanede yazarsa eğer okumama ses çıkarmazdı Sait. Ama şimdi yazdıklarını değil, küçük bir karalama kağıdını uzatmıştı bana...Yine de yakın gözlüklerimi takıp okudum. O an için aklından geçen, içinden gelen, hissettiği ne varsa yazmıştı.
“Haritada bir nokta. Adada kahvehane, koca saat, dülger balığı, sarı benizli, koyu akşam olmakta. Denizin açıklarında balıklar... Çiğ balık... Önemli olan insanlık Reis, unutma... Alabildiğine paysız zaman. Yazmalı... Neden? Olduğu gibi... Yazık ettiniz. Not kağıdının arkasını çevirdim. Büyük harflerle, “Yazmasaydım delirecektim.” yazıyordu.
“Oğlum Sait, sen ne güzel yazarsın bilirim. Hele bir bitsin... o zaman...” dediğimde yeşil mavi gözleri ile bana bakarak gülümsedi. “Bittiğinde ilk sana okutacağım Sabahat teyze, merak etme.” dedi. Bir çay, bolca gevrek istedi, getirdim. Çayını bol şekerli severdi Sait Faik. “Haksızlık edilen Süleyman Bey’e verir misin bunları, parasını da buradan al olur mu?” deyip kâğıt parayı bana uzattı. “Sait Bey bunları ısmarladı size” dedim. Minnet dolu gözlerle Sait Faik’e baktı. İki üç gevreği peçeteye sarıp cebine attıktan sonra kalanı, çaya batıra batıra bir iştahla yedi ki sormayın. Sonra herkese teşekkür edip o tuhaf yürüyüşü ile geldiği yoldan geri dönüp gitti.
Sait Faik ilerleyen saatlerde, ayağa kalkıp başına hasır şapkasını geçirdi. Kalemi kağıtlarını masadan toparlayıp iskeleye doğru yürüdü. Birkaç balıkçı kayığı, bir koca motor ıslak iskeleye ayağına bağlı denizde sallanıyordu. Kalemi tişörtün cebine, kağıtlarını da kolunun altına kıvırıp Denizi rahatça seyredebileceği bir yere oturdu.
Mavi yeşil gözleri derinlere daldı. “Gene sakin deniz. Bu kadar sakin olmamalı. Hayata benzemeli. Hırçın, dalgalı, çetin... İnsan öyle olmamalı Bazen de öyle olmaz mı? Değişken, hırçın, tutarsız... Babam gibi... Kalemini eline alıp “Şu kalem gibi olmalı insan. Eğilmez, bükülmez, dosdoğru... Şu iskeleden motorla ayrıldığım gün... Delişmen halim... Hem de şımarık delişmen halim...Tumturaklı, nihayetsiz gibi yaşadığım hayat. Kadınlar, şuh kadınlar...Gazinolar, barlar, ışıklı caddeler, eğlencenin dibi. Bonkörlükte yalancı sefa... Sefa’da öyle yapardı. Ne demişti” Ulan, sen ne bilirsin hayatı? Bildim, bildim... İyi mi kötü mü sen söyle? Gittim motorla da ne oldu ne umdum kardeşim?
Islak caddeler...
Gece yarısı...
Eskiden bir bağırırdı babam öyle. Deniz gibi hırçın, sinirliydi.
Bunalmaz mıydım? Bunalmak nee?
Kaçmak gitmek isterdim...
Uzaklara...
Sakin deniz annem... Becerikli annem... Evirir çevirir... Ben yazarım… Satıp savmazdım ki.
Yazardım, yazıyorum ya...
Mavi denizlerde, okyanusta ne çok mavi nokta... Duvarda haritada...
Şimdi gözünde mavi noktalardan biri, haritadaki denize damlamış bir mürekkep gibi suda yayılmış, halka halka büyümüştü...
“O öylesine demiştir belki. Zannettim belki. Hayal kurdum. Olamaz mı?”
Göğün beyaz bulutları grileşmiş, batan güneşle birlikte turuncu, mor lacivert, gölgelere boyanmıştı. Denizin sakin dalgaları biraz hareketlenmeye başlamıştı. Geniş yüksekçe iskelenin, ayaklarına bağlı kayıklar motorlar, hareketlenen dalgalarla salınmaya başlamışlardı. Kayıkların denizdeki gölgeleri gittikçe koyulaşıyordu. Kışın karayel başlayacak kar getirecekti belki... Denizin rengine boyanan gözlerini kısarak ufka baktı. Hafiften esen rüzgâr sarı saçlarını dalgalandırıyordu. Beyaz teni kendinden kırmızı yanakları ile iskelede canlı bir tablo gibiydi. Mavi çizgili beyaz tişörtü onu üşütmüş olmalıydı. O, ise hiç umursamadan sevdalı gözlerle denizine, aşkına bakıyordu. Birazdan köpeği de koşturarak yanına geldi. Çiko ile şakalaşmaya başladı.
“Her şey devinim içinde... Su gibi, hava gibi, hayat gibi... Hatta zaman bile... Değişmeyen tek şey bu adada halâ yaşıyor olduğum... Gelseler bulurlar beni... Burada yaşıyorum, yaşıyoruz... Kanlı canlı... Bir bilseler Çiko bir bilseler...”
Comments