top of page

KAŞKARİKAS

Yazar: Müge Ceyhan


Sanki Çınarcık’ın tüm insanları buradaydı. Kimileri vedalaşıyor, kimileri gitmeye hazırlanıyordu. Vapur iskelesindeki insan kalabalığına dalıp beklemeye başladım. Parmaklarımda kalan şekerin yapışıklığını silmeye çalışıyordum. Belki bir nebze olsun keyfim yerine gelir diye aldığım elma şekeri daha da sinirlerimi bozmuştu o an. Gösterdiğim en ufacık çaba bile kendimi sürekli çaresiz hissetmeme yetiyordu. Uykusuzluk, artık yalnızca bedenen yorgunluğumu değil ruhsal yıpranmışlığımı da su yüzüne çıkarıyordu. Elimdeki un ufak olmuş peçeteyi atmak için çöp kutusu arandım. Vapur gelmek üzereydi. Küçücük görünen siluet birazdan dev bir kütleye dönüşecek ve içindekileri iskeleye boşaltacaktı. İrem de onların arasından parıldayarak inecekti. ‘Bir tanecik arkadaşım’ derken içimden, yine burnum sızlamaya başlamış, gözlerimi dolmuştu. Kendimden o kadar yorulmuştum ki… Bazen, ‘Ne var canım! Sanki ilişkisi biten bir ben miyim? Ya da tek yalnız kalan’ deyip kendimi azarlamaya çabalıyor fakat sürekli terk edilme korkusu çocukluktan beri peşimi bırakmıyor, artık git gide yaşlanan anneannemin artan sağlık sıkıntıları da gözümü korkutuyor, sonrasında da yaşadığım tüm endişe atakları özgüvenimi bir anda nakavt ediyordu. Artık tek umudum İrem’deydi. Biraz olsun yüzümü güldürecek, dört bir yanımı saran kasveti tatlı dille ve kibarca kapı dışarı edecekti.


Sıcaklık gitgide artıyordu. Yaz erken gelecekti belli ki. Karman çorman çantamda güneş gözlüğünü aramaya başladım bu kez. 


Vapurun minicik görüntüsü, şimdi kocaman olmuş, iskeleye yanaşırken, çocukluk anılarım da tıpkı gelen vapur gibi, yakın zaman belleğime yavaş yavaş akın etmeye başlamışlardı. 


Yaz sonu vedaları, birbirimize verdiğimiz hatıra bileklikler, anı defterleri, deniz kabukları… 


 

İrem’le kucaklaşırken tüm benliğimi görünmeyen bir elle teslim ettim arkadaşıma.


Rekabet değil de, komşuluk hissi veren yan yana dizili dondurmacıların önünden geçerlerken burunlarımıza dolan davetkâr külah kokuları İrem’in çelmişti.


İrem çocuksu bir heyecanla gözleri parlayarak, “Ah! Bu kokuya bayılıyorum! Almazsam vallahi içimde kalır!” diyerek tezgâhın başına geçmişti bile. On, on beş tane metal kapak bir anda açılınca, rengârenk bir coşku sarmıştı ortamı. İrem’in “Ondan da istiyorum! Bunun tadı nasıldır acaba? Şu karamel mi?” gibi ardı arkası gelmeyen sorularına zevkle cevap veren, güler yüzlü dondurmacıyı izledim. ‘Niçin şu dondurmacı değil de bir yandakine gitti?’ düşündüm. Seçimlerini neye göre belirliyordu, bunun da cevabını veremiyordum kendine. Doğuştan mutluydu İrem. Yalnızlık yaşamamıştı belki de hiç. Annesi ölmemiş, babası terk etmemişti onu. Çocukluktan beri bana bakan, bakarken gülen, gülerken kısılan gözleri de hiç değişmemişti. Filtresiz düşünceleri ağzından da filtresiz olarak çıkar, pişman olursa kolayca özür dilerdi. Ne kapalı ve killitli bir kutusu vardı ne de unutulmayanlar çekmecesi. Bana tezat ama merhem bir dosttu. Beş yaşından beri verdiği sözü halen tutabilen bir dost. 


Yüzünün yarısı kadar olan bir külah dondurmayla arkadaşına dönen İrem’in hayatla olan esprili ilişkisi bana da bulaşsın diye koluna girdim. 


Sahil boyu sohbet ederek yürüdük. Mahallenin yakınındaki tanıdık balıkçının önünden geçerken “Alalım mı?” diye sordum. 

“Rakı var mı?” diye sordu. 

“Evde pek bir şey yok, bizim sokaktaki markete gireriz şimdi, eksik ne varsa alırız.” 

“Belli ki ben gelene kadar oksijenle besleniyormuşsun! Şu haline bir bak allasen! Hayır, bir de şu zırtapoz yüzünden! Ay vallahi düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum!” 

“Yahu bir frene bas İrem. Haklısın tamam, bitti gitti işte!” 

“Bitmedi şekerim, bitmedi daha. Akşam soracağım ben şu halinin hesabını sana!” cık cıklanarak yan yan baktı bana. 


Ona cevap vermenin konuyu daha da uzatacağından emin ve yılların verdiği tecrübeden dolayı anlamsız olduğunu düşünerek “Mehmet Abi sen bize en tazesinden ne verirsen…” diyerek tezgâhın başında duran, altmışlarındaki adama döndüm. Adam alt taraftan çıkardığı kovadaki balıklardan seçip ayıkladıklarını paketleyip bize doğru uzatırken göz kırptı, “Bu sabah tuttum bunları, afiyet olsun kızlar, benim için de bir kadeh için!” dedi. 


“İçmez miyiz Mehmet Abim, belli ki bu akşam bayağı bir içeceğiz.” diyerek parayı uzattım. 

Markete doğru ilerlerken, “Rakı benden yavrum” deyip yanağımdan bir makas alan İrem’e, “Uzo’yu getirseydik keşke…” dedim. 

“Aklın neredeydi buraya gelirken? Ah dur söyleme tahmin edeyim” 

“Allah aşkına etme! Tahmin etme! Şuradan bir sepet al da içeri bir girelim artık!” 


İrem önde, ben arkada markete girdik. 

“Şu ayrılık sebebini söyle bari Dilek, aldattı değil mi? 

“Offf!!! İrem, beyaz peynir seçsek mi önce?” 


 

Birbirimizi, en ince duygu ayrıntılarına kadar bilen iki genç kadındık… Eski Çınarcık’tan kalma bir apartmanın ikinci katındaki dairenin balkonunda oturan iki çocukluk arkadaşı, dert ortağı iki kadın… Plastik balkon sandalyelerinde dünyanın en rahat sandalyeleriymiş gibi saatlerdir oturuyorduk. Susamışçasına, sanki sabah olunca tüm büyü bozulacak ve her şey bir anda toz bulutuna dönecekmiş gibi konuşuyorduk. Daha saat dokuz bile olmamıştı oysaki… Kaçıncı kadehti, hiç önemi yoktu. Hava biraz serinlediği için, sırtımıza el örmesi şallardan getirdim bir ara. Aylardır kullanılmamaktan biraz rutubet kokusu sinmişti üzerlerine. Yine de hoşuma gitmişti bu eski koku. Kulağıma dolan yıpranmamış melodilerle sanki içimdeki tüm kasvet de yavaş yavaş azalıp, yerini, yerinde bir hüzne bırakıyordu. Olması, yaşanması gereken bir hüzündü bu. Beklentisiz, ağırbaşlı bir hüzün, ilkin anason kokusuna karışmış, ardından göz pınarlarıma doluvermişti. Henüz yazlıkçıların gelmediği, neredeyse boş sokakta, bazı dairelerin yanan lambaları sohbetlerinin sessiz dinleyicilerimiz olduğunu hatırlattı. Bir ara dalıp gittim çocuk Dilek’in yazlarına. Zaten bunun için gelmemiş miydim buraya? 


Akşam olurken eve kaçışan çocuklar, sokağı önceki nesillere bırakıyordu. Yaz akşamlarının her her zaman dilimi başka oyunculara sahne olurdu sanki. Sabahın köründe denize koşan küçük nesil, öğlen saatlerinin kavuran güneşini Ege’ye göre çok daha az tuzlu suda oynayarak geçirirdi. Yetişkinler açılır kapanır sandalyeleri, yiyecek, içecek ve vazgeçilmez tavlalarıyla kadın erkek toplaşır, taşlık sahilde buluşurlardı. Deniz kenarı satıcıları dâhil herkes nasibini alırdı sahilden. Akşam ezanına kadar mahallede geçirilen vakit evlerin balkonunda son bulurdu. Geceye doğru parfüm kokuları, kahkaha sesleri geçip giderdi sokaktan. Arada sırada tartışmaların yaşandığı sahneler olur, meraklı komşular balkonlarından sarkar, alkollü, bazen sadece sinirli gençlere uyarı çeken azarlı cümleler işitilirdi. Kimi zaman yalnızca bir sarhoşun şarkıları, kimi zaman da gülüşen kızların yükselen hoş tınıları ilişirdi odalara. 


Anneannemi hatırladım özlemle. Onun oturduğu sandalyede tam da oturduğu açıyla konumlanmış olduğumu fark etti. 


Işıkları söndürür, sokağın sonundaki yokuştan aşağı inen gençleri izlerdi bazı geceler. Ne zaman uykum kaçsa yalınayak balkona çıkar onu kolları balkon demirlerine dayalı, sokağı izlerken bulurdum. Sessizce yanına ilişir birlikte anlarımızı pay ederdik. 


“Ballı süt yapayım mı sana yavrum?” 

“Yok anneanne” 

Süt çare değildi. Gelmeyecekleri beklemek için çok daha fazlası gerekirdi. O kızını bense annemi beklerken ballı süt sadece beş dakika kazandırırdı bize. Sonraysa, damağımızda ki bal, zehir gibi acırdı. 

“Gâvur ne demek anneanne?” 

Gözlerini kocaman açarak “Hiii! O ne biçim laf bakayım öyle! Kimden duydun sen bunu?” 

“Valla ben demedim! Yan mahalleden birileri geldi geçen bizim mahalleye. Onlar söyledi. Arkadaşlarıma ‘gâvur’ dediler. Kovduk biz de onları” 

“Bir daha gelirlerse hemen bana seslen e mi yavrum. Sakın dalaşmayın kimseyle siz. Kulaklarını çekerim ben onun, kimmiş gâvur görür o gününü. Terbiyesiz!” dedi başını denizden tarafa çevirirken. Sonra kendi kendine söylenir gibi mırıldanarak kurduğu cümle o gecenin nakaratı gibi kalmıştı kulaklarımda… “Kendi cahillikleri yetmiyor, çocuklarını da zehirliyorlar!” 


Kızını kaybetmiş bir annenin öfke ateşini ne koca Marmara söndürebilirdi ne de yıllar. Ardında bir köşe yazısı bırakıp giden gencecik bir annenin annesiydi o. Hayalindeki renkli dondurma topları gibi bir külahta toplamıştı tüm kelimelerini o yazıda. Renkler güzeldi. Bir aradayken daha da özellerdi. Onları bir arada görmekten hazzetmeyen de çoktu. Annem gerçekleşeceğine inandığı bir hayal kurmuştu. Sonra da yalnızca hayal olarak kalmasına karar veren biri çıkageldi. Sonuna kadar tek renk olayı maharet bilen biri üstlendi seve seve bu görevi. Hayali kuran kadını bu topraklarda yok etmeyi görev bilen biri. Belki de onlar yan mahallemizdekilerdi. Aynı denize çıkan paralel sokaklarda büyüdüğümüz çocukların anneleri, babaları… 


 

“Kapı mı çalıyor?” diye sordu İrem. 


Bir an ikimiz de dikkat kesildik. Telefonumdan açtığım müziği durdurdum. Tıklatılan kapıyı duyduk yine. İkimiz de ayaklanıp kapıya doğru koşar adım ilerledik. 

“Kim o?” diye sordum. 

“Dilekçim, benim Lizet.” 

Heyecanlı bir el çabukluğuyla açtım kapıyı. 

“Ah! Korkuttum değil mi sizi? Kusura bakmayın ne olur…” 


“Lizet Ablacım olur mu hiç, ne kusuru…” Kaç saattir dır dır durmayan çenemiz, müzik sesi derken alt katımızda oturan kadını düşünmemiştik hiç. Bunları fark edince yüzümü istem dışı buruşturup “Asıl biz seni rahatsız etmedik umarım” dedim. 


Sarı saçlarını ensesinde toplamış, içi gülen yeşil gözleriyle ikimizi birkaç saniyede süzen ellili yaşlarındaki alt kat komşumuz elindeki yemek dolu tabağı bize doğru uzattı. 


“Rakının yanında iyi gider diye düşündüm…” 

İrem’in gözleri parlayarak, özenle hazırlanmış tepsiyi alırken, “Sizi Tanrı mı gönderdi bize? Çok lezzetli görünüyorlar, ellerinize sağlık” dedi. 

“Hepimizi aynı Tanrı gönderdi ama bunları size kendi irademle, bizzat ben getirdim!” diyerek İrem’in esprisine karşılık verdi. 

“Lizet Ablacım, sen bir tanesin. Ellerine sağlık, çok teşekkür ederiz. Sen de bize katılmaz mısın?” 

“Bizimkiler gelir birazdan. Masayı hazırlıyordum ben de.” 

“Ah, doğru ya! Şabat! Size de afiyet olsun.” 

“Çok teşekkürler. Bir şey lazım gelirse, biliyorsun. Kapıyı çalmanız yeter. Kalacak mısınız daha? Evde ne var ne yok? Anneannenler gelmiyor ne zamandır?” 


“Yarın akşam üstü döneriz, anneannemle teyzem Bodrum’dalar bu sene.” 

İrem’in elindeki tepsidekilere aşina gözlerle bakıp tekrar kadına, “Lizet ablacım…” dedim, “Kaşkarikas mı o?” 

“Evet yavrum, bak yaprakitos, seversin sen. Biraz da ıspanakuço koydum. Eski kaşarlı. E haydi afiyetler olsun. Soğutmayın.” 

“Offfff! Patlıcanlı değil mi? Valla mahcup ettin bizi, tekrar teşekkür ederiz. Albert Abime selamlar. Gitmeden mutlaka uğrarız.” 

“İkinizi de bekleriz. Uğramazsan Albert çok bozulur. Haydi tutmayım kapıda sizi” diyerek aşağı kata indi. 


Masaya koyduğumuz tepsiye, bir de kendi soframıza bakan İrem, “Yemin ederim kadının hazırladığı tepsi bizimkinden daha çok masaya benziyor. Şuna baksana! Peçetelerine kadar nasıl özenmiş! Helal valla. Yaprakitos ne ya?” 

“Yiyince anlarsın, hadi dikilme. Balık kılçıklarını kemirip, peynir ekmek yemekten içim kurudu kaç saattir. E hadisene!” 


 

Teyzemin, elimden tutup, koşa koşa alt kat komşularına indirdiği günü unutmadığım gibi, o yemekleri ilk tadışımı da unutmadım. Nedenini o an bilmesem de, teyzemin durmadan akan gözlerini öptükten sonra ilk kez elime tutuşturulan tabaktaki kaşkarikastan bir çatal ağzıma atmıştım. Tuzlu gözyaşıyla harmanlanan bir tat… Özel bir yere sahip olmaları için çaba harcamasına gerek yoktu bazı insanların. Çünkü zaten özeldiler ve hayatında eksik kalan o yer içindirler… İncecik kesilmiş kabak kabukları gibi kolayca pişer ve adımlarınıza ayak uyduruverirlerdi. Tasasız bir tarifti bu. Tadından yenmezdi. İster adına kaşkarikas de, kötü gün dostu de ama adı sadece ‘insan’dı… Damakta bıraktığı o tada en güzel yakışan kelime ondan başkası değildi. Kaybedilenlerin ardından ağlayan gözler, zamanın birlikte yaşlandırdığıydı onlar. Yutarken duydum Lizet’i, teyzemin ellerini avucuna almış; “yanındayım” diyordu. Neler oluyordu bilmiyordum ama içim rahatlamıştı. Yaşım yalnızca yediydi. Babamı hiç tanıyamamış, annemi kaybetmiş yaşlı bir yediydim. 


İrem’in Çınarcık’a daha adım atmadan getirdiği tesadüfi güzelliklere bizzat şahit olduğum o öğleden sonra ve tüm akşam, küçük mucizelere inanmaya başlamıştım. Etrafına saçtığı tüm pozitifliğiyle, tükenmeyen enerjisi ve susmayan çenesiyle alıp götürüvermişti içimde küflenmeye yüz tutmuş hüznümü. Sabaha kadar balkondaki sandalyelerde oturup, dertlerimizi paylaşa paylaşa bitirmiş, tabaklarımızdakilerden arta kalan kırıntılara kadar silip süpürmüş, rakının da dibine vurup, içlerimizi tertemiz etmiştik. 


Sabaha karşı bir ara sormuştum; 

“İrem” 

“Efendim?” 

“Ben sana hiç…” 


Vücudundaki tüm anasona rağmen gözlerimin bebeğine kadar odaklanmış olarak cümlemi tamamlamamı bekliyordu. Cevapsız bırakmadım ve duvarlarımı yıkmaya, ilk balyozu o engellere indirmeye karar verdim. 

“Hiç annemi nasıl kaybettiğimi anlatmamıştım değil mi?” 


Ağlama sırası İrem’deydi bu kez. Belki defalarca duymuştu olayı fakat benim dudaklarımın arasından süzülen duygularla ilk kez dinliyordu. Damağımda kaşkarikas vardı yine. Yine tuza bulanmıştı ama bu kez içimde birikmiyor, tersine yüreğimi temizliyordu. Biri daha ağlıyordu bizden başka. Alt katımızdaki balkonda sabaha kadar oturmuş sarı saçlı, yeşil gözlü kadın. Hala bizimleydi. 

Son Yazılar

Hepsini Gör

PENCERE

HER ŞEY AYNI

bottom of page