Yazar: Müge Ceyhan
Ayakucunda guruldayarak uyuyan koyu tüylü arkadaşını uyandırmamaya çalışarak, yavaşça doğrulup, ayaklarını eski parkelere değdirdi. Artık kırk iki numara olmuşlardı. Bu eski yatakta en son oturduğunda kaçlardı acaba diye düşündü. Odasındaki son gecesinde Selin’le olduklarını hatırladı. Her şey aynı kalmıştı. Masasının üzerindeki kalemlik, duvardaki posterler hepsi yerli yerindeydi. Ama ne çok şey değişmişti bedenleriyle birlikte. Zamana direnen, yani en azından en iyi şekilde direnen evler, odalar, mobilyalar mıydı? Kolundaki saate baktı. Üçü gösteriyordu. Bir hamlede çalışma masasındaki lambayı yaktı. Önündeki bölge dışında pek bir yere faydası olmayan lambaya bu kez minnettardı. Çocukluk çağının kumbarası olan bu odaya girdiğinden beri belki de ilk kez anılarıyla selamlaşma fırsatı buluyordu. Gecenin huzurlu anlarını değerlendirmek için görünmez bir el tarafından uyandırılmıştı sanki. Annesinin salondan gelen uyku seslerini dinlemek için kapısını birkaç santim aralayıp, kulak kabarttı. Rahatça uyuduğundan emin olunca da tekrar kapadı. Birkaç günde bile toparlamış, biraz olsun iştahı yerine gelmişti kadıncağızın. Masasına dönerken ayağı yerde duran kasetçalara çarptı. Küçük parmağının acısı sinir bozucu şekilde canını yakmıştı. Acı eşiğinin bu saatlerde bu derece düştüğünü bilmezdi. Farkında olmadan tuttuğu nefesini yavaşça bıraktı. Sahilde düştüğü günü hatırladı o an. Kumların arasına saklanmış bir taşa çarpmıştı ayağını. Tuzlu suyun kumla buluştuğu noktada iki büklüm kalmış, sessizce ağlamaya başlamıştı. Deniz topuyla oynayan arkadaşlarına gözyaşlarını göstermemeye, denizin onları ustalıkla gizleyebileceğini düşünüp sakinleşmeye çalışıyordu. Annesinin ellerini omuzunda hissetmişti bir anda. Gelip yanına oturmuş, “Ege? Düştün mü canım, ne oldu?” diye sormuştu.
“Anne… Ayağım taşa takıldı, parmağımı çok acıttı. Çok canım yanıyor, aağh!” demişti dişlerini sıkarak.
“Birazdan geçecek. Tahmin edebiliyorum, çünkü ben de sürekli elimi, ayağımı kapıya, masaya çarpıp dururum. Bir süre dayanınca geçmeye başladığını hissediyorsun. Bak şimdi minik bir dalga gelecek. Hadi uzatalım ayaklarımızı” diyerek onunla birlikte oturmuş muntazam bacaklarını denize doğru uzatmıştı kadın. Kızarık küçük parmağına tekrar bakıp annesinin yaptığını yapmış gelen dalgaların her birine bir miktar acı bırakmıştı. Çocuk bedeninin mucizevi hızı etkisini de gösterince gülümsemiş annesine sarılmıştı.
“Hadi git arkadaşlarının yanına. Bak Selin’in aklı sende kaldı. Kaç defadır top kaçırıyor” demiş oğlunun yanağından sıkı bir makas almıştı.
O gün deniz yalnızca onun değil, annesinin de gözyaşlarını saklamıştı. Bir ara, Selin’le dondurma almak için bozuk para istemeye sohbet eden annelerinin yanına gittiklerinde, telaşla gözlerini sildiğini görür gibi olmuştu. Selin’in annesi bir çırpıda çantasına uzanmış, çıkardığı kâğıt parayı onlara uzatıp “Artanıyla da böğürtlen suyu içersiniz” diyerek başından ustaca savuşturmuştu çocukları. Kadınların bu konularda doğuştan yetenekli olduklarını da yıllar sonra anlamıştı Ege. Dostluk, sırdaşlık gibi durumlarda fazlaca empati yaparak kendi derdiymişçesine, yanındakine sahip çıkıp, birbirlerinin her sıkıntısına el atardı onlar. En azından annesi ve Leman teyze öylelerdi.
“Seliin, gelirken bize de çekirdek getirin kızım!”
“Tamam anneee!”
Yalın ayak, sıcak kumların üzerinde koşarak gitmişlerdi dondurmalarını almaya. Üzerlerindeki tuzlu su damlaları kurumuştu. Plastik sandalyelere oturup uzaktan annelerini izleyip sohbet ediyorlardı o yaz güneşinin kavurduğu akşamüzeri. Selin’in elindeki dondurma eriyince bileklerine akmıştı. Pembe şeritler güneş yanığı teninde tatlı bir iz bırakmışlardı.
“Peçete ister misin?”
“Hayır, ben onları yalamayı seviyorum”
“Ama kollarında deniz tuzu tadı vardır şimdi”
“İşte o tuz tadını da seviyorum ben” diyerek kocaman gülmüştü. Çekik gözleri gülünce daha da çekiliyor, birer çizgi gibi kalıyordu küçük yüzünde.
Yatağının üzerinde gözlerini kısıp esneyen tüylü ve artık yaşlanmış arkadaşı Yoda’ya baktı. Kafasını hafif hafif okşayınca kedilere has huzurlu gurultular çıkardı o da. Neden bu saatte uyandığına anlam veremeyen hayvan çözümü tekrar battaniyenin üzerinde uzanmakta buldu. Ayak parmağındaki acı iyiden iyiye geçmişti. Çalışma masasına oturup amaçsızca çekmecelerini açıp kapamaya, kendinin dahi bilmediği bir şeyler aramaya başladı. Nitekim soluk yeşil, sert kapaklı bir defterle göz göze geldiğinde, ne aradığını bulmuştu. Giderken neden almamıştı ki? Bilerek mi bırakmıştı? Bu soruları cevaplayacak kişi çoktan büyümüştü. Araya yıllar, okullar, diplomalar, kızlar, ayrılıklar, semtler, şehirler girmişti. Zaman girmiş ve her şeyin içinden geçip gitmişti. Çocukluk odasına girdiğinde ilk düşündüğü, her şeyin aynı olduğuydu. Aynı mıydı? Görünürde evet. Annesi bir sandalyeyi dahi kıpırdatmamış, duvarındaki posterleri bile kaldırmamış, hatta çerçeveletip yeniden aynı yerlerine asmış, tozlanan kasetlerinin tozunu alıp eski yerlerine geri bırakmıştı. Ne kadın ama… Aldatılmış bir kadın. Bunu öğrendiğinin ertesi gün kapının kilidini değiştirip, babasını bavuluyla baş başa bırakan bir kadın. Tüm bu hikâyeyi öğrenmesi birkaç yılını almıştı. İstanbul’da iyi bir yatılı okulu kazanması ve yalnızca hafta sonları ve ara tatillerde annesiyle vakit geçirmesi konuyu hazmetmesini biraz olsun kolaylaştırmıştı. Adapte olması gereken, alışması gereken çok fazla şey vardı o sıralar. Bir de aile meseleleri… Neyse ki dersler, ödevler, arkadaşlar anda kalmayı kolaylaştırıyor ve hatta geri kalan birçok şeyi unutturuyordu. Öyle miydi? Bu durum belki de acılığı sulandırıp yutmaya benziyordu. Sadece o zamanlar farkında değildi.
“Selin” yazmıştı sayfalardan birine. Beceriksiz harfler bile saklayamamıştı o masum heyecanını. Oysa yazılan yalnızca günlük çocuk paylaşımlarından ibaretmiş. Fakat kelimelerin arasına saklanan minik, naif, toy sevgi tohumları defterin arasında kalmış, büyüyüp çiçek açmış ama kimsecikler bakıp da sulayamamış onları. Öylece solup gitmişler.
O son gün… Gün batarken bu odada oturuyorlardı baş başa. Kazandığı okulu anlatıyordu Ege. Bir ara heyecana kapılıp Selin’in yüzündeki hüznü fark etmemişti bile. Açık sarı askılı tişörtünün üzerindeki Donald Duck sevinçliydi. Askılarından biri güneşten bronzlaşmış tenindeki omuzundan aşağı düşmek üzereydi. Pencereden vuran akşam güneşi açık kahve gözlerini ortaya çıkarmış, kumral saçlarının arasındaki sarımsı telleri parıldatmıştı. Selin o akşam çok güzeldi. Eksik bir güzellikteydi ama. Nedenini bilemediği, o anlık kavrayamadığı bir eksiklik… kaşıya kaşıya kanattığı sivrisinek ısırığına kaydı Ege’nin bakışları. “Yapma Selin! Bacağını kanattın! Kaşıma şurayı. Dur sana kolonya getireyim”
“Gerek yok” dedi Selin sakince. “Ne zaman gideceksin İstanbul’a?” diye sordu ardından. Konuya dönmek istiyordu. Ege’nin gidişini konuşmak, yarasını daha da kaşımak istiyordu. Küçücük bir ısırık en fazla ne kadar büyürdü bilmek istiyordu.
“Dur şimdi. Bari bir yara bandı bulayım” diyerek karşılıklı bağdaş kurdukları yataktan kalktı.
Defterindeki kelimeler, başlıklar, yanlış koyulmuş virgüller, yamulmuş harfler, yaprak aralarına saklanmış anılar, masum hınzırlıklar, geçip gitmesinden keyif alınan zamanlar… Hepsi ‘çocukluk’ diye bağırıyordu bir ağızdan. Çocukluğun berrak, katkısız anılarını saklamış bu deftere gereken özeni göstermemiş olmasını garipsedi Ege. Yatağından sessizce kalkıp gelen Yoda gırlayarak bacaklarına süründü. Sonra ustaca bir sıçrayışla masasının üzerine çıkıp yumuk yumuk ve zaten temiz olan patilerini yalamaya başladı. Hiçbir şey aynı kalmamıştı. Bu oda bir yanılsamaydı. Sayfayı çevirdi. Bir yara bandı yapıştırılmış ve bomboş bırakılmıştı o sayfa. Sonrası da yoktu zaten. Yarım kalmış bir çocukluk hikâyesi gibi yeşil defter de kalakalmıştı çekmecede öylece.
Selin’in kanayan bacağı için yara bandı bulamayan Ege, küçük bir pamukla gelmişti odaya.
“Birazcık kolonya damlattım, yanabilir ama mikrop kapmaz en azından tamam mı?”
Sessizce kafasını sallamıştı Selin. Uslu bir kız çocuğu gibi söz dinliyordu. Ege yavaşça pamuğu ufak yaraya değdirdiğinde, Selin hafifçe irkilip dudaklarını büzdü. Nefesini birkaç saniye tuttuktan sonra “böyle tutmak zorunda mıyız?” derken nefesini bıraktı. “Alt tarafı sivrisinek ısırığı. Beni hep ısırırlar”
“Tamam ama kanatmamalısın. Şimdi bu pamuğun burada kalması için bir şey yapmalıyız. Heh! Bu selobant işe yarar” demiş ve bantla pamuğu Selin’in zayıf bacağına tutturmuştu. Çocukça bulunmuş bu çözüm o an sadece minicik yara için değildi belki de. İçten içe Ege’nin gidecek oluşunun açtığı boşluk yarasını sarma çabasıydı. Bir daha belki de hiç görüşemeyeceklerini sezmiş olan kızın üzüntüsünü, bir erkek olarak üstlendiği çözüm sorumluluğuydu. Arkadaşının o an kolonyanın verdiği yakıcı his yüzünden ağladığını düşünmüştü Ege. Oysaki Selin, ağlamak için canının yanmasını beklemiş ve bunu fırsata çevirmişti. Gözyaşları kolonya kokusuyla birlikte küçük mavi beyaz odaya yayılmıştı. Sessizce akıyor ve düşüyorlardı.
Yatakhanede kaldığı ilk gecesinde Ege’de ağlamıştı. Deterjan kokusu farklı bir yorganın altında sessizce ağlamıştı. Aklına Selin’in bacağına yapıştırdığı bantlı pamuk takılıp durmuştu o gece. Çıkarırken canı yanmamış mıydı hiç? Kurumuş kan pamukla bir olmuş kızı tekrar ağlatmışlar mıydı yoksa? İstanbul’a gelmek için yola çıkacakları sabah mutfak çekmecesinde bulmuştu o yara bandını. Ama kızın yarası çoktan iyileşmişti. Geç kalmıştı. O da defterine yapıştırmış, sanki başka bir şeyin gecikmeli tedavisini uygulamıştı.
Okul ortamının kapsadığı duygular, evinin, odasının, yatağının ve hatta rüyalarının dokularını yavaş yavaş siliyor, uzaklaştırıp dikkatini, önceliklerini çocuksu ruhunun hoyratlığını da kullanarak kendine çekmeyi kolaylıkla başarıyordu. Her hafta sonu annesiyle görüşmeseler, neredeyse unutulacaklardı. Bazen bu kadar kolay uyum sağlamak, içinde bir yerlerin suçlulukla boğuşmasına sebep olsa da, aldığı iyi bir not, yeni bir arkadaş yakınlaşması, çıkılan bir gezi ya da spor derslerindeki heyecanlı maçlar bu hissini unutturuyordu. Ortaokul, lise derken İstanbul ahtapot kollarıyla dört bir yanını kendine bağlamıştı. Her semtin ayrı dokusu, tadı, esnafı, insanı… Keşfedecek binlerce sokağı vardı. Yaşadığı küçücük deniz kenarı kasabasının korunaklı ruhu yoktu burada. Tanıdık bir balıkçı bulmak için emek harcamalıydı insan, mesela öyle herkese güvenmemeliydin, herkesin başka doğum yeri vardı, ya da bir göç hikâyesi, alışkın olduğu gelenekleri… Tanımak, tanışmak, öğrenmek, bilinmezliklerle baş etmek yıllar sürdü. Artık annesi Selin’den haber getirmiyor, hatta kendi bile okula gelmiyordu. Arada sırada Ege ziyaret ediyordu onu. İstanbul’daki evlerinde, annesini görüyordu. Görmek… Tam olarak doğru bir kelime değildi bu. Bir yağlıboya tablonun içinde, yeri bulunamayan bir figürdü o. Annesinin bedenine ait bir figürden ibaret gibiydi evdeki kadın. İstanbullu olamamış İstanbul’daki kadın. Ne salondaki sofalarda, ne de küçük balkondaki taburede otururken kendi gibiydi. Bahçeli beyaz evini özleyen, çiçeklerine, ağaçlarına kavuşmayı bekleyen, hasret yüklü bir kadın bedeniydi her hafta sonu karşılaştığı. Ege’yse bunu yıllardır anlamamış olamazdı. Nasıl fark edememişti? Gecikmeli gelen suçluluk duygusu aniden gaza basılmış bir araç gibi ağzından çıkıverdi.
“Anne artık dönmelisin” dedi bir cumartesi kahvaltısında.
Çatalının ucundaki zeytin, salon penceresinden vuran güneşle oynaşıyor, oynaştıkça parıldıyordu. Bir türlü ağzına atmadığı zeytine baktı kadın. Sonra tekrar Ege’ye… Oğlunun kurduğu cümlenin içindeki kaynak bir farkındalıktı. Annesini düşünen bir evladın “git” deyişiydi. Bunu anlamıştı. Bakışları birleştiğinde görmüştü Ege’nin hüznünü.
“Gideyim oğlum. Bundan sonra sen gelirsin” dedi. “Hem ben buranın zeytinlerini pek sevemedim” derken çatalının ucundaki siyah zeytini Ege’ye doğru salladı gözlerinin kenarındaki kırışıklıkları çıkararak kocaman gülümsedi. Kadının gözlerindeki saklı sevinç ortaya çıkmış, koşturuyordu.
Koca altı yıl… İstanbul’a verilmiş altı sene daha. Babasıyla tanışmadan önce, doğup büyüdüğü sokaklara dönmek aklına gelir miydi annesinin? Her hafta sonu üzerinde peynirli zeytinli, menemenli kahvaltılarını ettikleri o masada, annesinin küçüklüğü, kaç defa masa örtüsüne reçel damlatmış, evin kuytu köşelerine saklanıp bulunmayı beklemişti o küçük kız? Buraya geldikten sonra ne yaşamıştı bu kadın? Terk edildiği eve dönmek istemiş miydi mesela? Annesi çekip gitmiş, babası devrim ideali peşinde kendini harcamış, babaannesi olmasa nasıl yaşarmış Ege’nin annesi kim bilir…
Zeytin çekirdeğini dudaklarının arasından kibarca çıkaran kadın, “Biliyor musun?” diye söze başladı. İçi dolu bir cümle, bilgi içeren bir şey söyleyeceği zaman kadifeleşen bir sese sahipti.
“Zeytin çekirdeği toprağa gömüldüğünde ağaca dönüşemez. Bu odunsu çekirdek var ya Ege’m, işte bunu yumuşatıp ağaca dönüştürebilen tek canlı Karatavuklardır”
“Karatavuk mu?”
“Evet. O kadar güzeller ki… Simsiyah bir kuş düşün ama karga kadar iri değil ve gagaları da müthiş bir turuncu… Zeytin yemeği çok severler. Kursaklarında bu meyvenin çekirdeğini yumuşatırlar. Dışkıladıktan sonra da çekirdek toprakta filizlenir”
Bu tuhaf bilgileri nasıl öğrendiğini hiç sormamıştı Ege. Yine de hoşuna gidiyordu annesinin tatlı dilinden doğanın sırlarına dair bir şeyler öğrenmek. İstanbul gibi allı pullu bir şehir ona göre değildi. O da bir karatavuktu. Aldığını toprağa geri veren, besleyen, büyüten, su veren, can verdikçe canlanan bir ruha sahipti. Bunca yıl nasıl görememişti ki tüm bunları? Söz vermişti. Gelecekti yanına. Beyaz evlerine gelecek, ılık havalarda bahçelerinde birlikte kahvaltı yapacaklardı yine.
Bir yıldan fazla olmuştu bu sözü vereli. En son bu odada Selin’in kanayan bacağına kolonyalı pamuk koymuşlardı işte. Artık üniversiteliydi. Selin yoktu. Yurtdışında okuyordu. Yıllarca görmediği, doğru düzgün tanımadığı babasının yanında yaşıyordu. Dört yıl olmuş buradan gideli. Hep sormuş Ege’yi, görmek istemiş gitmeden önce.
Defterdeki yara bandına dokundu. Yine geç kalmıştı. Geç kaldığını bilmiyordu. Hiç düşünmemişti ki… Yeşermeyecek zeytin çekirdekleri ekmişti bu kadınların yüreklerine. Kupkuru, sert çekirdekler. Annesini de, Selin’i de ardında bırakıp gitmiş, hayal kırıklığına uğratmıştı işte. Leman teyze aramasa gelecek miydi buraya?
“Ege, oğlum bu kadın inatlaşıyor kendiyle. Doktora götürmeye ikna edemiyorum. Gel çocuğum allasen, ilaç yerine bitki çayı içip duruyor. Delirtecek beni vallahi! Şu tatilde gel bari sen ikna edersin be çocuğum”
“Nesi var annemin Leman teyze? Çok mu kötü? Bana hiç söylemedi hasta olduğunu” kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu. İşte tam da o gün kendini dövmek istemişti. İçindeki despot yargıç bir anda kürsüsüne geçmiş, bir daha da inmemişti oradan.
“Yok, oğlum yok, telaş yapma, ben biliyorsun sandım. Geçen hafta fena yağmur bastırdı burada. Bahçenin köşesindeki küçük serayla uğraştı. Muşambası mı ne delinmiş, yardıma koştum ama sırılsıklam olmuştu. O gün kaptı şifayı. İnatlaştı, geçer dedi ama artık yeter canım! Nereye kadar doktorsuz böyle? Gel de şunu götürelim evladım”
“Tamam, Leman teyzeciğim, sağ ol haber verdiğin için. Bilseydim… Daha önce gelirdim. Söylemedi ki…” içi içini yiyordu. Utanç, suçluluk… Vefasızlık belki… Nasıl bu kadar kendi yaşamına dönmüş, herkesi boş verebilmişti?
Neyse ki buradaydı. Annesi çok daha iyiydi. İçindeki alevli yer, kordu artık.
Yoda aniden kafasını kaldırmış bir şeylere dikkat kesilmişti.
“Ne oldu oğlum?” dedi fısıltıyla. Sonra bir ses duydu. Araba motoruydu. Durdu ama kapanmadı. Motorun boğuk sesi gece sessizliğine gömülü küçük sokaklarında yayılıyordu. Gözlerini kediden alıp, pencereye yöneltti. Araba farları sabitlendi. Camdan dışarı doğru baktı, bir şey göremedi. İçeri gitmek istemedi, annesinin uykusunu gereksiz bir merak için bölmek niyetinde değildi. Araç tekrar hareket etmeden az öncesinde kapısının çarpıldığını duydu. Pencereyi açıp, teli ittirip kafasını uzattığında sarı taksi de uzaklaşıyordu. Valiz tekerlekleri yan eve doğru ilerledi. Bu ses hep bir gidiş gibi gelirdi Ege’ye ama bu kez içinde bir şeyler çığlık atmaya, tepinmeye hatta sevinçten gözyaşı akıtmaya başlamışlardı. Selin’di gelen.
Comments