Yazar: Erdem Alpyürük
Artık ev toplantıları giderek azalıyor. Herkesin yetişmeye çalıştığı bir sürü işi var. O yüzden dışarda iş çıkışı buluşalım diye sözleşiyoruz bizim kızlarla. Herkes değişik bir yere gitme arzusunda. Ama neresi olsun? E uzun oturacağız ya, yemekti, kahveydi, tatlıydı derken, hemen her AVM’de birer şubesi bulunan, yabancı isimli, birbirinin kopyası ve sanki tek bir iç mimar tarafından dekore edilmiş, orta veya orta-üst sınıf zincir restoranlardan birinde buluşmaya karar veriyoruz.
İşte benim için de sorun burada başlıyor. Son zamanlarda bu tür kafe-restoranlarda yediğim şeylerden hiç memnun kalmaz oldum. Bu konuya en çok takılan, en mızıkçı olan da benim. Arkadaşlar benim gibi düşünseler de çok önemsemiyorlar sanki. Mühim olan beraber olmakmış! Nerde olduğumuzun, ne yediğimizin o kadar da önemi yokmuş! Maksat muhabbetmiş! “Kahve bahane muhabbet şahane” derler ya, acaba bu son dönemde fışkıran onlarca kafe zincirinden öncesi için mi geçerliydi? Kahve-yoğun, ama yanında azıcık sıcak süt isterken çok şey mi istiyorum ey cemaat-i servis elemanı? Yeme-içme konusunda kolay beğenememe durumu bizim ailenin genelinde vardır. Biz yaşamak için yiyen değil, yemek için yaşayan cinsteniz ama şimdi konu bu değil.
Sözleştiğimiz yere dakik bir şekilde ilk önce ben gidiyorum. Bize ayırdıkları masayı gösteriyorlar ama ben diğer masaları da gözümle hızlıca bir tarıyorum ve ilerdeki masaya geçip geçemeyeceğimizi soruyorum. Çok nazikler. Biz de kalabalık olacağız. Beni buyur ediyorlar. Evet, burası daha iyi. Yaş ilerledikçe birkaç saat takılacağınız konum daha bir önemseniyor gibi. Annemlere şaşırırdık oysa: ‘Kapının ağzı olmasın cereyan yapar’, ‘mutfağın önü olmasın üstümüz kokar’, vs. Ben bir sandalyeye yerleşirken afili garson soruyor: “Kaç kişi olacaktık acaba?”, “Beklerken bir şey alır mıydınız?” Ben bir şey almıyorum. Birazdan dersimi alacağım nasıl olsa.
Arkadaşları beklerken etrafı seyredip ortama ısınmaya çalışıyorum. Şimdi bu tür cafe-restoranlarda kitap dizilmiş raflar, farklı renklere boyanmış ya da tuğla örülmüş duvarlar, yüksek tavanların altında çelik kafes sistemler ya da tepenizden boydan boya geçen boru hattı kıvamında bir dekor moda olmuş durumda. Göz alıcı ve renkli, çeşit çeşit kupa ve kadehlerin sıralandığı upuzun bir bar var. Tuvaletler cılız ışıklı, çanak şeklinde lavabolu, kapkara seramikli. Temiz mi kirli mi anlamak mümkün değil.
Karşımdaki duvarda tavana kadar dizilmiş bir milyon kavanozun-şişenin oraya nasıl yerleştirildiğine kafa yoruyorum. Onun yerine garsonun önüme koyduğu ansiklopedi kalınlığındaki mönüye kafamı yorsam daha iyi olacak beklerken. Ama müzikler fena değil bak. Arkadaşlar yavaş yavaş damlıyor. Hepimiz sarılıp öpüşüp, ne kadar yoğun olduğumuzu birbirimize anlattıktan sonra onbeş dakika kadar ‘resimli yemek albümünü’ çeviriyoruz. Hiçbir yemek öyle bir başına kalmamış. Yemek adlarından ziyade yemek cümleleri var mönüde. Yok ‘bilmem ne yatağında bilmem ne’, yok ‘sotelenmiş sebze eşliğinde karamelize edilmiş falanca’, yok ‘bilmem ne usulü buğulanmış filan üzerinde fişmekan sos ile şu, bu tanecikleri’…
Erkenci olduğumdan arkadaşlar daha başlangıçlar sayfasındayken, ben giriş-gelişme-sonuç, ana fikre varmışım bile. Birbirimize arada soruyoruz “sen ne yi’cen?”, “ya sen ne söyledin?” diye. Neyse şifreleri çözüp bir şeyler sipariş ediyoruz. Birkaç kez gidip gelen “Karar verdik mi acebağ” diye soran garsonumuz bu kararsız kadın güruhunun sipariş vermesinden memnun şekilde mönü albümlerini toplayıp, daha doğrusu sırtlayıp götürüyor.
Biz yine yoğunluğumuzdan bahsetmeye dönüyoruz. İyice acıkmışken bizim garson, diğer bir garsonun elinde tuttuğu tepsiden bize o şahane tabak sunumlarını yapıyor. “Bilmem ne soslu cart kimindi?, diyerek tabağı sahibine uzatıyor.. Sonra ”ıspanak yatağında limonla tatlandırılmış fıstıklı pane tavuk hanfendi?” diye soruyor. İşte o uzun isimli yemeği söyleyen arkadaş lafa dalmış; biz onu birimizden ötekine kimindi diye sorarken kulaktan kulağa oynamışçasına bambaşka bir yemek adı çıkıyor ortaya. Tabaklar tepsiden hallice büyüklükte ama tepsi gibi yuvarlak değiller, yeni mutfak trendlerine göre. Özel ve güzel geometrik tasarımları var. Hatta bazılarımızın yemeği tabak yerine et tahtamsı ahşap bir platform üzerinde konuşlanıyor masaya, zorlukla yer açılarak. Ismarlanan yemeğe ismini veren ana malzeme tabağın ortasına yerleştirilmiş. Yaz köşesinde bir miktar salata, kış köşesinde biraz garnitür, yine bir tarafta minik kaplarda çeşitli soslar. Boş kalan yerlerdeki mürekkep saçılmış gibi renkli çizgisel şekiller de aşçının imzası olsa gerek. Tabaktaki soslar yetmiyor, masanın üzerindeki sepet içinde baş aşağı duran çeşit çeşit sos var. Resim gibi tabaklar. O yüzden herhalde bazı arkadaşlar yemekler gelince fotoğrafımız çekilsin istiyorlar. Manzara işi yani! Yemeğe başlıyorum ve daha ilk lokmada yine o tadı alıyorum. Tabak resim gibi ama reprodüksiyon maalesef. Tabaktakilerin bir kısmı bayağı bir süre evvel pişirilmiş ve az önce mikrodalgada ısıtılıp önümüze konmuş. Yemeğin yanındaki ıvır zıvır tekrar tekrar ısıtılmaktan ezilmiş, püreye dönmüş. Bir kısım yemek soğumuş. Neyse ki bu sefer yalnız değilim. Garsonu çağırıp soruyoruz; “Yoo katiyen efendim, mutfak biraz yoğun da, tüm siparişleri aynı anda getirmek için belki birkaç dakika bekletmiş olabilirler” şeklinde bir şeyler geveliyor afili, ama safımsı garsonumuz. Yeme bizi garson! Biz buraya yemeğe geldik değil mi? Zavallı çocuk zaten anlamıştı bizim sorunlu kadınlar olduğumuzu, “Ben size müdürümüzü çağırayım” diyerekten sıvışıyor. Tabi ya, sen git müdürün gelsin. Adam geliyor. Meğer fazla özgüvenliymişiz.
“Eti iyi pişmiş istedim, içi kıpkırmızı” diyor arkadaş. “İyi pişmiş zaten böyle olur” diyor müdür. “Ilık risotto olur mu kardeşim?” diyoruz, adam “orijinali böyledir” diyor. Turizm- otelcilik okuduğunu söylüyor. Biz turist miyiz kardeşim? Ki, İtalyan turisti bilhassa uyarmak lazım. Bizde herhangi bir yabancı mutfağın yemeklerini sunmaya yeltenen restoranlar o yabancı çeşitleri bizim damak tadımıza uyarlamış oluyorlar nedense. Bu müdür bey de o yüzden, hani bizde etin-dönerin yanındaki pilav soğumuş gelir ya, risottoyu da bu şekilde yorumluyor olmalı. Müdür Toscana bölgesinde slow food eğitimi almış olsa gerek, biz özür beklerken adam bir iddiacı çıkıyor, bir üste çıkıyor, velakin biz onunla başa çıkamıyoruz. Kurban olsunlar o hafiften embesil ama efendi garsonumuza. Müdür uğraşılacak gibi değil, zaten maksat muhabbet ya, onun da tadı kaçmasın diye vazgeçiyoruz. Bir diğer arkadaşımız ise zaten yemeğinin mönü albümündeki resmine benzemediğinden yakınıyor. İlahi, magazin dergilerindeki ünlülere olduğu gibi yemek resimlerine de foto-shop yapıldığını bilmiyor arkadaşımız.
Aslında ben çoktan kanaat getirdim ki, bu franchising restaurantların çoğu salataları, makarna-pilavları ve garnitürleri haftalık ya da sürüm durumuna göre işte, birkaç günlük şeklinde, karavana ile hazırlamakta ve geceleri buzdolabında saklayıp, sıcak servis edilecekleri gündüz mikrodalgadan geçirerek önümüze koymaktalar. Besin zinciri dedikleri bu olsa gerek. Evet, işte nasıl ki bilgisayar icat edildi ofisteki personel iş mi yapıyor fal mı bakıyor belli değilse, aynı şekilde mikrodalga icat edildi restoranlar bozuldu.
Bir keresinde, ünlü ve pahacı bir kebapçı zincirinde yemeğin üstüne söylediğimiz künefeyi de yine mikrodalgada ısıtıp getirmişlerdi önümüze. Bir de uyanıklar güya, künefe zaman alır diye düşünüp, müşteriyi epey bir süre bekletip öyle getiriyorlar. Ama yeterince uyanık değiller demek ki, künefenin içindeki peynir bile tam olarak erimemişti. Bence üç kâğıda yeltenmeyle, o üçkâğıdı çevirmek için gereken zeka arasında bir ters orantı var gibi memlekette.
Neyse ben yine AVM’deki restorana döneyim. Aslında sosyal yiyicilik olmasa pek dönmeyeceğim. Hesabımızı da görüyorlar bu arada. Zar zor geri gönderdiğimiz risottoyu yazmamışlar ama her zaman ikramdan saydıkları çayları çatır çatır yazmışlar. Nasıl yazmasınlar? Çayın eşlikçileri çayı öyle bir gölgede bırakıyor ki. Bir kere çay tabağı pasta tabağı büyüklüğünde ve bu kez yuvarlak. Çay bardağı çok şık ve oturacağı yuvarlak çukur alan ayrılmış. Bardak yerini biliyor yani, tasarım işi. Yanında tek lokmalık bir kuki var. Ayrıca ortaya getirdikleri şatafatlı otantik bakır kasede lokumlar var. Çayın yanında limon dilimi var, nane yaprağı var, yani çayın bir sürü arkadaşı var, yemekçi gurmelerin deyişiyle.
Vallahi ben artık kendimce bazı savunma önlemleri geliştirmeye çalışıyorum. İşi basitleştirip güvenilir bir kebapçıya veya bir balıkçıya ya da pişirme evine gidiyorum. Yabancı veya dünya mutfağı iddiasındaki restoranlara gittiğimde ise o kalabalık mönülerden en sade, en az işlem görecek yemekleri seçmeye çalışıyorum. Etlerin üstüne sos vs koydurmuyorum. Krepler, veya daha havalı olsun diye quesadilla dediğimiz dürümler gibi büyük olasılıkla artıkların toplaştığı karışık malzemeli yemeklerden, yoğrulan-mıncıklanan çeşitlerden uzak duruyorum. Yataklı-yorganlı yemekleri hiç seçmiyorum. İçinde elli çeşit şey barındıran bol soslu salataları da ısmarlamıyorum. Dekorla, müzikle, tabak çanakla avunuyorum. Hem maksat neydi? Maksat muhabbet olsun!
Comments