Tabula rasa latincede boş levha anlamına gelir. 17. Yüzyılın en önemli düşünürlerinden John Locke’un teorisine göre insan boş bir sayfa olarak doğar, ruhu ve karakteri doğum sonrası olaylarla şekillenir. Günümüzde ise kişiyi tanımlayan ve değiştiren şeyin kendi deneyimlerinden çok toplumsal ve çevresel etkilerle olduğu ileri sürülmektedir.
Benim bu boş sayfama kaydedilen ilk görüntü ise devasa bir sinema perdesidir. Annem babam sinemaya çok meraklıydılar. Kış sezonunda oynayan filmlerin çoğunu seyretmeleri yetmiyormuş gibi yaz akşamlarının çoğunda da yazlık sinemaya giderlermiş. Artık hiç örneğine rastlayamadığımız yazlık sinemalara…Mutlaka sıra başı bilet alıp benim içinde olduğum bebek arabasını da koridora koyarlarmış. Film boyunca hiç ses çıkarmadan ve uyumadan perdeye bakarmışım anlattıklarına göre. O görüntü kafamda o kadar net ki. Anneme otuzlu yaşlarımda o görüntüyü tarif ettiğimde dehşete kapılmıştı kadıncağız nasıl olur da hatırlarsın diye.
Çocukluğumun tamamı hiç bitmeyen bir sinema açlığıyla geçti. Ne kadar film seyredersem seyredeyim hiç kesilmeyen bir açlık. Bizimkilerin artık bu durum karşısında iflahı kesilmiş olacak ki beni bir yakan top gibi aile büyüklerine postalarlardı. Hiç göremediğim anneannemin ablası Suzan hanım Şehzadebaşı’nda otururdu. Kız kardeşi erken yaşta vefat edip beni hiç göremediği için torun sevgisini bana fazlasıyla vermeye çalışırdı. Ailede hepimiz ona Titi derdik. Onlara yatıya gitmeye bayılırdım. Titi’mle beraber Şehzadebaşı’nda yan yana sıralanan ve üç film gösteren sinemaların ilkinden başlar ve filmler bittikçe bir sonrakine girerdik. Akşam eve döndüğümüzde acele bir yemek yenir bu sefer de Tarık eniştemin ve Fatma ablamın katılımıyla Fatih’teki Renk Sinemasına suareye gidilirdi. İlk gittiğimiz film Catherine Deneuve ve Ömer Şerif’in oynadığı “Mayerling Faciası”ydı. O film için aralarında konuşmuşlar acaba bu film Can için uygun mu? diye. Malum filmin sonunda sevgililer intihar ediyorlar ya. Ben de “A biliyorum Romeo ve Jülyet gibi” deyince götürmeye karar vermişler. O zamanlar demek ki suareye çocuk alınıyormuş. Çünkü Konak Sineması’nda bir suareye gittiğimizde yaşım tutmuyor diye bize bilet satmamışlardı, üstelik o yaş sınırına varmama üç ay varken. Hayal kırıklığı içinde eve dönmüştük. Oynayan film de Neşeli Günler (Sound of Music).
Annemin astımı olduğu için doktor havası temiz olan şehir dışı bir bölgeye taşınmamızı önermişti. 1965 senesinde Laleli’den Levent’e taşındık. Tek bir otobüs seferinin olduğu, çok kar yağdığında mahsur kaldığımız bomboş bir semt. Evimizin karşısında bir çocuk parkı ve sadece Türk filmlerinin oynatıldığı bir yazlık sinema vardı. Sıcak yaz geceleri ailece bize birkaç adım ötede olan yazlık sinemaya giderdik. Kışın hiçbir Türk filmine gitmezken yaz aylarında hepsini topluca seyrederdik. Gitmediğimizde ise oynayan filmlerin sesleri yankılanırdı salonumuzda. Adalet Cimcoz’un , Hayri Esen’in, Saadettin Erbil’in , Abdurrahman Palay’ın ağdalı aşk sözcükleri. Eğer yazlık sinemada yabancı film seyretmek istersek babamın siyah Wauxhall’una doluşur ya Mecidiyeköy’deki Ayşem Sineması’na ya da Beşiktaş’taki Yumurcak Sineması’na giderdik.
O yıllarda Levent’te yürüyerek gidebileceğimiz “Ankara Sineması” ve 4. Levent’teki “4. Levend Sineması” dışında başka sinema yoktu. Türk filmlerinin çoğu 4. Levend Sinema ‘sının önünde çekilmiştir. Sinemanın karşısında bahçeli villalar sıralanmıştı. Zeki Müren’in villası da onlardan biriydi. Bu sinemada daha kaliteli filmler oynatılırdı, klasikleşmiş ya da Oscar kazanmış filmlerin çoğunu orada seyrettim. Bize yakın olan Ankara Sineması’nda ise o zamanların deyimiyle avantür filmleri oynardı. Wang Yu’nun oynadığı “Tek Kollu Kahraman” serisinin hepsini orada seyretmiştim.
Annemle babamın sinema merakından bahsetmiştim. Kent, Site, Konak gibi sinema salonları sezon başında o sene oynayacak tüm filmler için kombine biletler satarlardı. Babam ilk gün gider hem kendilerine hem de komşularına bu biletlerden alırdı. Benim tabii gitmem söz konusu değil. Meraktan çatlardım. Onların dönmelerini bekler zorla filmi anlattırmaya çalışırdım.
Babam beni o kadar çok filme götürmüştür ki. Beraber çıktığımız bu büyülü sinema yolculuğunda çok eğlenirdik. Kendisi avukattı. Harbiye’deki As Sinemasının müdürü müvekkiliydi. As Sineması’na gittiğimizde önce müdürün odasını ziyaret ederdik. Müdür benim sinema delisi olduğumu bilir “Ooo Can Bey gelmiş” deyip kapısında karşılardı. Bana o haftanın afişlerini ve lobilerini hediye ederdi. Evde abim beni odasından atınca yüklük büyüklüğündeki bir odaya sevinçten uçarak geçmiştim. Çünkü duvarlara istediğim gibi film afişleri asabilecektim. Küçük odamın kısa sürede duvarları dolunca bu seferde tavanı afişlerle kapladım. Bu daha da keyifliydi. Sırtüstü yattığımda afişlere uzun uzun bakıp filmleri adeta yeniden yaşıyordum.
O yıllarda Amerikan film şirketleri ambargo nedeniyle film yollamayı kestiğinden, As Sineması’nda dönemin tüm Fransız filmlerini seyretmişimdir. Romy Schneider, Alain Delon, Annie Girardot, Louis de Funes, Bourvil, Jean Paul Belmondo, Philippe Noiret, Michel Piccoli, Stephan Audran, Catherine Deneuve gibi oyuncuların takipçisi olmuştum artık. Sağ olasın Amerika. Sayende dünya sinemasının varlığından haberim oldu.
Bugün altmış iki yaşındayım. Çocukluğumda ki gibi bir sinema hastasıyım hala, belki de daha beteri. Her gün en az bir film seyretmezsem o günü yaşanmamış sayarım.
Kızım Öykü evimde gittikçe çoğalan film arşivimi gördükçe her seferinde kibarca “Acaba filmleri biraz azaltsak mı babacığım çöp eve dönüşmeden” diye takılıyor. Olsun, o filmleri istediğim zaman yeniden izleyebileceğimi bilmek bile bana yetiyor.
Comentários