Damla Aktan
Buart Sanat Atölyesi
Parmak Ucunda Aşk isimli kitaptan alıntıdır.
Bir çocuk doğduğunda nüfus kâğıdı yoktur. Kimliği, dini, dili yoktur. Cinsiyetidir tek sahip olduğu. Bir kız ya da bir erkek… Ülkelerin geleceğinde rol oynayacak, anne olacak, baba olacak, öğretmen olacak, eş olacak, devlet yöneticisi olacak, asker olacak, ama bir ülkenin geleceğinin mimarlarından olacak bir kız ya da bir erkek. Teninin rengi, saçının rengi, bu dünyaya kaç kilo yükle adım attığı ve ona sahip olanların kim olduğundan başka hiçbir şeyi yoktur.
Kimliklerini biz verir, nüfus kâğıtlarına dinlerini ya da milliyetlerini biz yazdırır, yaşayabilmek adına kendi kurduğumuz sistemde sınırları biz yaratırız. Bir gün açmaya korkacak kadar kapattığımız sınırları.
İyi ya da kötü olmayı biz öğretiriz çocuklara. İçinde kötülük barındıran bir ruhu iyiye yöneltememek de bizlerin acizliğidir, iyiyi koruyamamak da…
Aynı odanın içinde nefes alan ya da aynı sınırın iki yakasında oyun oynayan iki çocuk, kalpleri kadar yakın, bizim belirlediğimiz sınırlar kadar uzaktır birbirlerine. Acıları ortak, kayıpları aynı, sevapları birdir. Günahı boynumuzadır suçlarının.
Bir çocuk öldüğünde, Müslüman ya da Kürt bir düşman ağlamaz, bir ana ağlar dünyada. Her gece evladı aç mı tok mu yattı diye düşünerek uykuya dalan bir ananın, her sabah oğluna ya da kızına iyi bir gelecek sunmak için çırpınan bir babanın yüreği parçalanır. Geri gelmeyecek kayıplar verdiklerimiz, nüfus kâğıtlarına kimliklerini yazdıklarımız değil, aynaya baktığımızda gördüğümüz suretlerimizin farklı farklı renkleridir yalnızca.
Müslümanı ile Hıristiyanı farklı üşümez. Türk ya da Kürt farklı sevmez. Musevi ile Alevi farklı sevişmez. Dini, dili, rengi, ırkı farklı insanların ortak olarak sahip olduğu tek şeydir duygular; bir bedeni öldürürken, insanlığı öldürdüğümüzü fark etmediğimiz duygular. Acının şiddeti değişmez yerkürenin başka bir milimetresinde. Şiddetin sesi aynıdır semanın altında. Bir ekmeği yutan her nefes aynı bütünün parçalarıyken, kim olduğumuzu unuttuk rahat yaşantılarımızın orta yerinde.
Bir kurşun sesi duyulduğunda, yaralı bir beden gördüğümüzde ya da savaşın göbeğinde hatırlar olduk barışı; barış içinde yaşamayı bilemeyen bencil aptallarız çünkü. Barışın tanımını yalnızca kitaplarda bırakan, kendi içimizde kendimizle barışamayan korkaklarız. Her şeyin başlangıcının, reddettiklerimiz ve kabullenemediklerimiz, hırslarımız, “hep daha fazla” arayışlarımız olduğunu göremeyen kör bireyleriz kurduğumuz koca koca toplumların ortasında. Ne büyük ikilem değil mi? Kendini çok güçlü sanan, dünyanın en küçük, en güçsüz varlıklarıyız.
Tende sınır yoktu oysa ki, unuttuk. Bir Türk bir Kürt’le evlendiğinde ya da bir Hıristiyan’a âşık olduğunda, “Nerede sınırlarımız?” diyemediğimizi unuttuk. O kadar çok yazıyoruz ki, söylemeyi unuttuk. O kadar çok öfkeliyiz ki, sevmeyi unuttuk. O kadar korkağız ki, inanmayı unuttuk. O kadar sınırlıyız ki, kucak açmayı unuttuk. O kadar benciliz ki, yardım etmeyi unuttuk. Ve o kadar çok konuşuyoruz ki, yaşamayı unuttuk. O kadar amacımızı bilmeden yaşıyoruz ki, YAŞATMAYI unuttuk!
Acı vesile, Cemal Süreya kalemime misafir:
“Acı diyorum efendim, O da evrensel olmalı, Bir çocuğun eline diken batsa, İnsanoğlu yanmalı.”
Kommentarer