top of page
Yazarın fotoğrafıBanu Gökalp

BAL RENGİ GÖZLER

Gecenin boşluğu sabahın serin loşluğuna dönerken, mahallenin inatçı bekçisi nam-ı diğer ‘dilli düdük’, günlük alışılmış haykırışına başlamıştı. Bu kara, iri horozun gölgesinin yansıdığı pencerenin ardında, aralık camın arasına sıkışmış, kenarları yılların aşındırması ile erimiş uçuk mavi kadife perdenin altında, bir eli yere doğru kaymış, yüzü koyun yatmakta olan adam hafifçe kıpırdandı.


‘Ha siktir!’ Hızla döndü, camı aynı hızla çerçevesine yapıştırdı. ‘Allah’ın belâsı!’ diyerek sırt üstü yatağa bıraktı kendini. Burası şehrin merkezinde olsa da bu eski semtte bu sesi duymak her seferinde onu şaşırtıyordu. ‘İstanbul işte, her an her şeye hazır olmalı’ dedi gergin dudaklarının arasından. Tavanı uzun süre seyreden bakışları, yığılıp kaldığı salonda dolaşmaya başladı. Başı korkunç ağrıyordu. İhtişamı sadece camlarında kalmış çift kanatlı ceviz kapının kenarına özensizce atılmış izlenimi veren, fermuarı açık hâkî renkli çantaya takıldı gözleri. Bakışları daha da sertleşti. Hızla yerinden fırladı. Ancak aynı hızla yatağa geri devrilmesi bir oldu. Acıyla başına götürdüğü eline kumaş parçası takıldı, işte o an başının bir kumaşla sarıldığını fark etti. Hatırlamaya çalıştı.


‘Üüüüüüüüüüüüüü’ Ses sanki cam kapanmamış gibi içerdeydi. ‘Ah gücüm olsa da şu iti gebertsem’. Kendine hayıflandı.


Arada bir de olsa beslediği hayvanı mı öldürecekti? Bir de it diyordu?’, Haline şaşırarak ‘Bu ne sinir’ diye düşündü. Ardından doğrulmayı denedi, bu sefer yavaşça! Beynine saplanan acıyla duraksadı. Başının tam arkası, ensesinin biraz yukarısı...Kafasına bir darbe mi? Ama nerede? Kim tarafından?


Küçük adımlarla salondan çıkarken, yine çantaya takıldı gözleri. Ağzı açık çantaya. Bir şey vardı, çanta ile ilgili, çantada? ‘Beynim yerinden çıkacak’ diye yavaşça mırıldandı. ‘Neredeydim dün gece, başımı kim bağladı?’


Mutfağa girdi, ağzı açık sürahiden umursamazca ortada duran boş bardağa su koydu, bir yudumda içti. Mutfak her zamanki gibi tertemiz ve derli topluydu. Sürahinin kapağının olmayışına şaşırdı, ortada duran bardağa da. Ama bunları düşünüp nedenini sorgulayacak gücü kendinde bulamıyordu. Tam çıkarken, ayağına bir şey battı. Bir siktir daha! Hayretle önce ayağına sonra yere baktı. Sürahinin neden kapaksız olduğunu anladı. Parçalanmış halde yere dağılmıştı çünkü...


Oldum olası düzen takıntısı olan, temizlik hastası Tarık, şu an sokak kapısının önünde şaşkın ve acılı öylece duruyordu. Zedelenmiş kafasının içerisinde olduğuna inandığı hafızasını zorlamaya çalıştı.


Hatırladığı son şey otogardan bindiği minibüstü. Bir de koku…Sarımsak kokusu! Zuhal! Ah evet, yol boyunca hiç susmamıştı. Aman Allahım Zuhal! O nerede? Ah yavaş yavaş sahneler gözünün önüne hücum ediyordu. Kızın neşe ile çınlayan sesi. Arabada çalan Müslüm şarkıları. Beraberce şarkı sözlerini yarı söyleyerek yarı uydurarak müziğe eşlik edişleri. Ama o koku…Küfle karışık sarımsak kokusu. ‘E demişti’ Zuhal ‘Seni şehirli çocuk, bizim oraların kokusu minibüsünden başlar.’ Dediğinde ikisi birden kahkahayı basmışlardı.


Acıyı umursamadan çantaya koştu. Boş! Ne telefon ne cüzdan, ne anahtar... Yok! Çantayı ilk fark etiğinde anlamıştı bir aksilik olduğunu zaten…Asla fermuarını açık bırakmazdı. Eve nasıl girmişti? Ah tabi ya, saksının içerisinde toprağın altına gizlediği yedek anahtarı. Onu düşünecek kadar aklı yerindeydi demek.


Sakinleşmeye zorladı kendini. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Salondan, koridora, oradan odalara doğru yürüdü, koridor ne kadar da uzunmuş diye düşündü. Tek tek odalara girip baktı: Üç ayrı oda. Hepsi derli toplu ve temiz. Hızlandı…Açılmaya başlamıştı, ayakları bedenini daha rahat taşır olmuştu.


Anneannesinden kalan, annesinin de doğup büyüdüğü geniş odaları olan bu yüksek tavanlı altı katlı apartmanın giriş katı daire ailenin son mülküydü. Anneanneleri bu dairede değil, üst kattaki dublekste yaşardı. Annesi de 1957’de orada doğmuştu. Dedesi kızının doğumundan on yıl önce ilk evlendiklerinde, ailelerine ait arsaya inşa ettirmişti bu heybetli apartmanı. Evliliklerinin ilk yılı dolduğunda da buraya taşınmışlardı, Nişantaşı’nın bu sakin sokağına. Şimdiyse mahallenin en eski yapısıydı ama halâ dimdik ayaktaydı.


Dayısının ve babasının elinden ancak bu daireyi kurtarabilmişti Tarık. Annesinin o sözü aklına gelirdi sık sık: ‘Hayatımın tek şansı sensin’. Bu cümle de onun tüm hikâyesinin adı olmuştu. Otuz iki yaşındaydı ve annesini kaybettiği ana kadar ilk önceliği hep o olmuştu. Ya da o sözü mü?


O yüzden mi onun ani gidişi ile yerine koyduğu Ayşe’yi, Fatma’yı, kazıklarını yediği bilmem kaçıncı kadını aynı sorumluluk duygusu ile sarmalamıştı. Şimdi ise Zuhal! Ama o başka, bambaşka! Ama nerede şimdi?


Banyoya girdi, soyundu. Aynaya baktı ve öylece kalakaldı. Başına aldığı darbe göz altlarını morartmıştı belli ki, her zaman sinek kaydı misali pırıl pırıl olan yüzünde de en az iki günlük sakal vardı. Tanınmaz haldeydi. Başındaki tülbenti tanıdı. Anneannesinden annesine, ondan da kendisine kalan sarı kenarlı, yeşil oyalı ince örtü. Demek başını kendi bağlamıştı. Örtüyü yavaşça düğümünden çözdü, çıkardı.


Tahmin ettiği gibi tülbentin arka tarafı hafif kan lekeleri ile kaplıydı. Biri başına vurmuş olmalıydı. Çanta neden açıktı? ’Gasp mı lan bu? dedi yüksek sesle. Arkadan saldırıp önce başına vurmuşlar, sonra da soymuşlardı. Ama neden çantayı komple almadılar da içini boşaltılar? Eve nasıl geldi? Zuhal nerede? Aklına aynı cevapsız sorular tekrar tekrar hücum ediyordu.


Çantanın başına gitti. O sırada sokak kapısının dışından gelen ayak sesleri ile irkildi. Ardından kilitte dönen anahtarın sesi kulaklarını tırmaladı. Adeta taş kesildi. Bekledi. Karşı dairenin kapısının açıldığını anlayınca tuttuğu nefesini serbest bıraktı.


Mutfağa girip kendine espresso yaptı. Her zamanki ağrı kesicisini ağzına attı, ardı ardına iki tane. İşte kendine gelmeye başlamıştı.


Sokak kapısını açtı. İki gazete üst üste kapının topuzuna takılı sepete sıkıştırılmıştı. İki gündür baygın mı yatmıştı yani? Sonra saksının toprağını yokladı. Anahtar! Orada işte!


Şaşkın bir halde salona geri döndü. Mavi perdeleri kenara çekti. İçerisi aydınlandı. Sehpadaki tozu görünce hafif sinirlendi. Pencereyi açtı. Soğuk hava içeri doldu. Çilli’ye baktı, ortalarda yoktu.


Hafızası yavaş yavaş yerine geliyordu. Zuhal’i düşündü. Tatlı gülüşünü. Otogarda minibüsü yakalamak için nasıl koştuklarını hatırladı birden. Yoldaki komik ve eğlenceli hallerini. Kasabalarına geldiklerinde Zuhal’in heyecanlandığını… Ve hatırladı! Büyük bir üzüntü ile hatırladı, ardından öfke ile vücudu titredi…Alnına ter damlaları hücum ett.  Öfke şiddetlendi.

Zili çalıyorlar, kapıyı Zuhal’in annesi açıyor. Beyaz tenli, hafif topluca, güleç yüzlü bir hanım. Yine o kokuyu hatırlıyor. Bu sefer ki daha hafif, ama küf kokusu daha fazla. Kapıda duraksıyor. Zuhal içeriye girerken annesine dönüp ‘Anneciğim işte Tarık. En yakın arkadaşım! Koruyucu meleğim!’ diyor.


Tarık hatırladı…O an başının döndüğünü hatırladı! Kalbine saplanan acıyı. Hayal kırıklığını. Yalnızlığını. Ve yine dizginlemekte zorlandığı o şiddetli öfkesini…


Ama renk vermediğini de hatırladı! Öğlen yemeği sonrası İstanbul’a döndüklerini, minibüse binmeden önce Zuhal’ın babasının aygaz bayiliği yaptığı dükkânına uğradıklarını da hatırladı… Tarık’tan o kadar çok bahsedilmişti ki Zuhal’in evinde, onu ailenin bir bireyi, adeta biricik kızının ağabeyi edasıyla karşılamıştı babası. Tarık soğukkanlılığını koruyordu. Belki bu sefer ki sevgisinin önceki kadınlara hissettiğinden daha fazla olmasından olabilir miydi? O da bilmiyordu. Tek bildiği koruyucu melek olarak görünüp, ağabey gibi sarılınmasından tiksindiğiydi. Nefret! Duyguları nasıl da hızlı değişiyordu. Evet hatırlıyordu…O an Zuhal’den nefret ettiğini hatırlıyordu. Belli etmemişti…Duygularını gizlemeyi iyi bilirdi. Annesinden öğrenmişti. Kızınca sus, doğru anın gelmesini bekle…derdi.


Eve döndüler. Zuhal’i eve bırakacaktı ama kız, seninle konuşmak istediğim bir konu var, yardımın lazım deyince, aniden içinde yeşeren umudu tekrar hissetmişti. Acı acı gülümsedi.


Eve girmeleri ile kızın kanepeye kendini bırakması bir oldu,  sonra bir süre evinin ne kadar düzenli olduğuna dair iltifatlarda bulundu. Tarık sabırla dinliyordu. Üç buçuk numara miyop gözlüğünü sehpanın üzerine bıraktı. Annesi hep gözlerinin çok güzel olduğunu söylerdi. Yeşile çalan gri gözleri.  Zuhal itirafını yaparken gözlerinin ta içine bakmak içindeki sevgisini ona akıtmak istiyordu. O ise durmaksızın konuşuyor, gözleri dışında her yere bakıyordu...Salon kapısına, kapının sağındaki kütüphanede itina ile dönemlerine göre dizilmiş kitaplara, hemen önündeki ceviz çalışma masasına, ardındaki kahverengi deri ile kaplanmış sandalyesine, hemen yanında duran anneannesinden kalma kristal apliğe, sırf atmaya kalbinin elvermediği yine anneannesine ait  bu apartmana taşındıklarında diktirdiği mavi kadife perdelere…Ama gözlerine hiç bakmıyordu! Halbuki bir baksa, bir görse aşkını, konuştuğu abuk sabuk konuları bırakır, aşklarından bahsederdi. Ah bir baksa… Ama bakmadı!


Ondan sonrası çok hızlı gelişti. Artık her şeyi dakika dakika saniye saniye hatırlıyordu. Kız, iş yerindeki Tolga’dan bahsetmeye başladı önce. Meğer bileğindeki ‘T’ dövmesi ona aitmiş. Onunla yaşamak istiyormuş ama ailesine söyleyemezmiş. Ancak Tarık anlarmış onu. Tolga’da kaldığı akşamlar onu idare edebilir miymiş? Bugün de tanışmışlar ya, artık hepten güvenirlermiş Tarık’a. Yok Tolga’yı daha tanıştıramazmış. Çocuk buna hazır değilmiş. Zamana ihtiyaçları varmış, ama ona çok aşıkmış. Onsuz yapamazmış.


İşte yine başlıyordu...Önce yavaşça gözlüğünü geri taktığını hatırlıyor, sonra Zuhal’e çok sert bir tokat atıyor. Kızın yüzü nasıl da bombok. Keyifleniyor. Aynı şimdi olduğu gibi. Bu duyguyu seviyor. Aşkın nefrete dönüştüğü o an. Sarsıcı, yıkıcı, yakıcı. Zuhal dağılmış bir halde ağlamaya başlıyor, hâlâ anlayamıyor. Bu kadınlar hep bu kadar aptal olmak zorunda mı? Annesi boşuna demiyordu: ‘Güvenme oğlum bu kaltaklara’ diye…Sonra saçlarına yapışıyor kızın, bu kez annesi için! Yerde sürüklüyor. Kız çok güçlü çıkıyor, Tarık şaşırıyor, öncekilerden farkı bu diye düşündüğünü hatırlıyor. Bir ara Zuhal elinden nasıl olduysa kurtulup mutfağa doğru kaçıyor. Büyük hata! Arkasından gidiyor. Mutfak boş. İşte o an başının arkasında o acıyı duyuyor. Eli sürahi şişesinin kapağına çarpıyor. Sakince kıza doğru dönüyor. Boğazına önce yumuşak bir dokunuş yapan parmaklarına hücum eden gücü kontrol edemiyor. Korku ile açılmış çaresiz koca gözler ona bakıyor…


Artık tamamiyle kendine geldi. Öğlen olmuştu. Baş ağrısı hafifledi. Akşam için yemek işine girişti. Dolaba bir şişe beyaz şarap koydu. Ardından yerdeki kırık camları temizlemek için küçük tuvaletin kapısını açar açmaz ona bakan donuk iki çift göz ile karşılaştı. Kıpırtısızca bakan iki iri bal rengi göz. Umarsızca beze uzanırken kızın hafif kokusunu aldı…Küf kokusu… İğrendi… Sonra kızın eline sıkışmış anahtarı gördü. ‘Hah buradaymış’ derken yüzü güldü. Hafifçe kızı yerinden oynattı, cüzdan ve camı kırılmış cep telefonunu kızın altında olduğunu gördü. Neden buraya koyduğunu hatırladı. Gülümsedi, kanlı cüzdan ve kırık telefonun kızın kaskatı vücudunun altına bırakırken… 'Akşam temizlik için vaktim olacak’ diye düşündü… Ardından kapıyı bal rengi gözlerin üzerine kapattı.

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page