Burcu Salantur
Buart Sanat Atölyesi
Taşınalı üç ay kadar oldu bu şehre. ‘Boğulacaksan büyük denizde boğul’, demişti annem. Okulu bitirmesi kolaydı, sıkıysa iş bul bizim oralarda. Diplomayı cebine koyan terk etmiş zaten baba evini. Fakülte bitince; başvuruydu, mülakattı, ikinci görüşmeydi derken kapağı attım kurumsal bir firmaya. Şehirdeki ortalama reklam ajanslarından birindeyim. Logo, kartvizit, antetli kağıt… Kısacası kimlik tasarlıyorum müşterilerimize. Maaşım yeni başlayan biri için iyi sayılır, sigortam da var. Peder de sağ olsun geçen yılın hasadıyla bir araba çekti altıma. İkimiz de doksan sekiz modeliz. Eh biraz eski ama dört tekerleği var mı, var. Gaza basınca gidiyor mu? Şimdilik gidiyor. Yine de otobüs kullanıyorum. Bir başına yaşayan insanım, tutumlu olmak gerek. Sıra başımı sokacağım eve geldiğinde, onu da ucuz yollusundan tuttum. Özel sektör sonuçta neme lazım. Evim şehirden biraz uzak tabii. Sonradan yapılmış bir toplu konut bölgesi. Yol uzun sürüyor ama manzarası güzel. Yerleşim yerleri bittikten sonrası hep çayır çimen mesela. Bizim evlerin etrafı neredeyse boş.
Neredeyse… Bir ev var yol üzerinde. Ne zamandır orada bilmiyorum. Bizimkilerden önce de var mıydı? Muhtemelen. Her akşam otobüsümüz önünden geçiyor. Ev, kapı duvar. Stor perdeleri yerlere kadar inik. Bir tek cuma akşamları anlam veremediğim bir hareketlenme oluyordu evin bahçesinde. Otoparkı lüks arabalarla doluyordu. Envaiçeşit BMW, Mercedes, Audiler…. Bir değil, iki değil, üç değil… Artık her hafta cuma günü o evin önünden geçerken gözümü dikip ipucu yakalamaya çalışıyordum. Neler dönüyor bu evde? Bu kadar izbe bir yerde hayır olma ihtimali var mı?
Cuma buluşmalarında kimlerin olduğuna dair merakım her geçen hafta daha da çok artıyordu. Şansıma tüküreyim. Erkek olsam rahatça gider çalardım kapıyı. Hoş adamlar da sırf erkeğim diye çekinecek değildi ya benden. Allah bilir kumar mı çeviriyorlar içerde, uyuşturucu partisi mi veriyorlar? Her cuma ayin yapan çok gizli bir dini tarikat da olabilir. Belki de kadın pazarlıyorlar. Kapıda, bellerinde silahlar olan adamlar da vardır kesin. Çam yarması gibi tipler. Dazlak kafalı, sert, köşeli yüzleri olan, hatta siyahi adamlar. Aralarındaki kadınlar da nasıldır kim bilir. Herhalde filmlerdeki gibi dolgun hatlarını saran, daracık, mini elbiseler giyiyorlardır. Uzun, kırmızı ojeli tırnakları; ıslak, dolgun, aralık dudakları ile oldukça pornografik imgeler uçuşuyordu beynimde. Aynada kendi aksimi düşündüm. Omuzlarımda, kestane rengi saçlarım, iri mavi gözlerim ve cevizden hallice memelerimle daha çok Japon çizgi filmlerine yakışıyordum.
***
O cuma, akşamı zor ettim. İş çıkışı otobüste dakikalar geçmek bilmiyordu. Zaten uzun olan yolu kısaltmak için üst üste şarkılar dinliyordum. Dört tarafı mazılardan oluşmuş yeşil çit ile çevrili koca bir bahçe içinde, tek katlı bu evin otoparkında yine, bazısının markasını bile bilmediğim, pahalı arabaları görecek miydim? Otobüs, eve yaklaştıkça gerginliğim artıyordu. Daha durağıma gelmeme çok zaman olmasına rağmen yerimden kalkıp şoförün yanında, ayakta, yolu izlemeye başladım. Geniş ön camdan tüm yolu rahatça görebiliyordum.
Eve yaklaştığımızda nabzım artık şakaklarımda atıyordu. Sokağa park etmiş arabaları görünce ön bahçenin dolduğunu anladım. Bu hafta araçlar otoparka sığmamıştı demek. Ellerim heyecandan terlemeye başlamıştı. Otobüs evin önünden geçiyorken dayanamayıp sordum şoföre.
“Garip bir ev değil mi? Bu evde yaşayanları tanıyor musunuz?”
Öyle ters bir bakış fırlattı ki bana, hem ‘sana ne’ hem de ‘senden tiksiniyorum’ diyordu gözleriyle. Belki bir miktar da ‘sen bu işlere o küçük burnunu sokma’. Tabii ya, şoför de işin içindeydi. Üstelik yüzümü görmüştü, ineceğim durağı öğrenecekti biraz sonra.
Bir an önce evime varıp ne yapacağıma karar vermeliydim. İnmem gerekenden iki durak sonra inip, apartmanımın önüne kadar durmadan koştum. Asansör beklemeye zamanım yoktu. Yangın merdivenini ikişer ikişer tırmanırken seçenekleri düşünüyordum.
Bir. Hemen polisi ara ve isimsiz ihbarcı ol. Evin içindekiler bana bir şekilde ulaşabilirdi ama. Hayatımı tehlikeye atardı bu. Üstelik şoför yüzümü görmüştü.
İki. Hemen yeni bir ev bul ve taşın. Hımm bu mantıklı. Zaten üç parça eşyam var. İstesem bir hafta içinde taşınabilirim.
Üç. Git ve gizemli evin kapısını çal! Bu nereden çıktı şimdi!
Soluk soluğa dairemin kapısına geldiğimde, titreyen ellerimle anahtarı yuvasına yerleştirmeyi zar zor başardım. Üç çevirmeden sonra nihayet evimdeydim. Güvenli dört duvarımın arasında. Salona doğru seslendim.
“Ben geldiiiiim.”
Orta sehpada duran kafese yaklaştım.
“Naber Maviş? Sana bir şey soracağım. Yol üzerinde tek katlı, bahçe içinde bir ev var. Biz taşınırken o ev dikkatini çekti mi?”
“Crık.”
“Benim de çekmemişti. Ama şimdi geçerken bakıyorum, her cuma o evde bir şeyler oluyor.”
“Cici kuş cici kuş.”
“Bilmiyorum ki belki de ben abartıyorum. Ama kapısındaki arabaları görsen hiç öyle demezdin.”
“Aşkıııım”
“Kesin pis işler dönüyor orada bak gör. Gidip kapılarını çalsam… Ya, yolumu kaybetmiş gibi yapabilirim mesela. Çaktırmadan göz atarım evin içine. Kimsenin ruhu duymaz, ne dersin?”
“Maviiiiş, cici kuşuuum”
“Ayyy evet bak bu süper fikir aferin sana Maviş. Ben on, bilemedin on beş dakikaya dönerim. Ama dönmezsem 911’ i, yok hayır 155’ i ara.”
Siyah dar paça kotumu giydim, üzerindeki siyah V yakalı tişörtüm, suni deri siyah ceketim ve destekli sutyenimin de yardımıyla biraz daha sert ve kadınsı görünmeyi başardığımı umuyordum. Güneş gözlüklerimi de takınca oldukça caydırıcı bile olabilirdim. Savaş boyası niyetine bordo rujumu sürüp, silah olarak sekiz santimetre uzunluğundaki İsviçre çakımı yanıma aldım.
Doksan sekiz model, tüplü Volvo’ma atladım. Onlarınki Alman teknolojisiyse bendeki de İsveç çeliğiydi. Kurşun geçiriyor mu acaba diye düşünmekten kendimi alamıyordum yine de. Anahtarı çevirdim. Motorun sesi, birbirine vuran dişlerimin sesini bastırmaya yetmişti. Vitesi D’ ye alarak otoparktan ayrıldım.
Evin önüne geldiğimde dikiz aynasından kendime baktım. ‘Sadece bir dakika, göz atıp kapıdan ayrılacaksın. Her ne görürsen, bu bilgi seninle mezara gidecek unutma. Hadi bismillah.’ diyerek arabadan indim. Evin tüm lambaları yanıyordu. Storlar yine yerlere kadar çekiliydi. Dışarıdan hiçbir şey göremiyordum. Derin bir nefes alarak bacaklarıma titremeyi kesmeleri emrini verdim ve zile uzandım. Biraz sonra ritmik yaklaşan sakin ayak seslerini duyabiliyordum. Karşımda gümüş gri, sık dalgalı kısa saçları, üç sıra dizili inci kolyesi, döpiyesinin yakasında elmas broşu ile İngiltere Kraliçesi Elizabeth duruyordu.
“He… Hello.”
“Buyurun çocuğum. Birisine mi bakmıştınız?”
“Aaaaa ben buralarda oturuyorum da. Yani burada oturan bir arkadaşıma gelecektim de. (Aferin!) Sanırım kayboldum efendim. Yolun sonundaki toplu konutlara bu yoldan mı gidiliyor?” (Ah sıvadın sıvadın, tüyü de dik tam olsun.)
Kapının ağzından evin içi rahatça görülebiliyordu. Geniş bir salonda, kimi sarı, kimi kızıl, kimi beyaz saçlı altı veya yedi teyze, antika olduğunu bağıran aslan bacaklı koltuk takımında oturmuş kapının ağzında duran arkadaşlarına ve bu davetsiz misafire doğru bakıyordu. Nazikçe gülümsemeye çalışarak kafamla içeridekileri selamladım.
“Kimmiş? İçeri alsanıza kızcağızı Şükran Hanımcığım.” diye seslendi en sert görünümlü olanı. Mavi gözlerime bir çocuğun acizliğini, tombik yanaklarıma da sevimliliğini yükleyerek ‘Lütfen beni içeri al Şükran Teyze’ bakışıyla boynumu yana büktüm. Biraz sonra aslan bacaklı berjerlerden birinde dizlerimi birbirine bitiştirmiş en hanım hanımcık pozisyonumda otururken; önümdeki tabakta kısır, zeytinyağlı sarma, elmalı kurabiye, üzümlü kek, patates salatası, kıymalı börek durmaktaydı. Tüm Hollywood kurgum çöpe gitmiş, kendimi resmen küçük altın gününün ortasında bulmuştum. Tüm bu olanlardan sonra orta sehpayı yana çekip “Mezdeke” açarlarsa hiç şaşırmayacaktım.
Bu kadar varlıklı, kültürlü, zarif kadın her hafta yalnızca kısır yemek için toplanıyor olamazlardı. Artık kartları serme zamanıdır diye düşünüp kapılarını çalma nedenimi ve kafamdaki aksiyon dolu planı anlattım. Şimdi sorma sırası bendeydi.
“Şükran Hanım Teyzeciğim, rica etsem anlatır mısınız, nedir Cuma buluşmalarının hikâyesi?”
Comments