Mario Levi
Ondokuzuncu Yüzyıl ile Yirminci Yüzyılın ilk yarısında altın çağını yaşayan romanın hayatlarımızdaki yeri, en azından alışageldiğimiz şekliyle, giderek sarsılıyor mu gerçekten?
Cümledeki bazı ifadeleri, satır aralarına başka yazılara da uç verebilecek ipuçlarını gizlediğimi bilerek, farklı çağrışımlar uyandırma maksadıyla kullandım. Soru yeni bir soru değil aslında. Beraberinde gelebilecek tartışma da yeni değil. 1970’li yıllarda mevzu nasıl da çok konuşuluyor ve deşiliyordu.
Bilgisayar henüz yoktu. Televizyon vardı ama bugünkü kadar yaygınlaşmamıştı, hayatlarımıza bazı tutsaklıkları sinsice yaşatacak kadar girmemişti. Buna karşın sinema vardı. Hem de, her fırsatta söylerim, bugünkünden çok daha iyi bir yerdeydi. Teknik açıdan çok daha gerideydi belki ama bir hikâye anlatma, dahası eseri bir hikâye üzerine inşa etme kaygısı taşıyordu. Soruyu doğuran da bu özellikti zaten. Münazaranın ya da münakaşanın konusu açıktı. Sinema, madem bir hikâye anlatıyordu, varoluşunu en azından başlangıçta hikâye anlatma üzerine temellendirmiş romanın yerini er ya da geç alacak mıydı? Soruyu soranlar ve sordurmak isteyenler meselenin estetikle, kelimelerin büyüsü ve doğurabileceği derinlikle ilgili tarafını gözardı ediyordu. Yine de akıl çelici, kafa karıştırıcı da olmanın ötesinde ikna ediciydi, en azından ilgi çekmeyi başarmıştı. Şaşılacak bir tarafı da yoktu karşı karşıya geldiklerimizin. Sinema hem bir hikâye anlatıyordu, hem de bu hikâyenin daha çabuk ve zahmetsizce ‘okunmasına’ imkân veriyordu. Çağın giderek artan hızına o kadar uygun düşüyordu ki bu vaat ve ihtimal... Dahası sinema sadece bir seyirlik değil, bir sanat olarak da rüştünü ispat etmişti. O zaman?.. Zaman en doğru ve inandırıcı cevabı ne kadar verebildi bilemiyorum. Görebildiğim, yılların akışında sinemanın kendi yolunda çok önemli adımlar attığı ve seyircilerini unutulamayacak kareler ve hikâyelerle karşı karşıya bıraktığı. Ancak aynı zamanda da romanların yazılmaya devam ettiği, yeni kitapçıların açıldığı, eskilerin bazılarının da yaşanırlıklarını sürdürdüğü. Çünkü hâlâ ve her şeye rağmen bir kitapçıya kitap almak için gitmekten keyif alanlar vardı. Keyfin bir şekilde devam ettiğini görebiliyoruz. Yazılan kitapların niteliğinin ne kadar arttığı tartışılabilir belki o yıllar ve daha eskilerle tartışıldığında ama niceliğindeki artışı, en azından belirli türler için, görmezlikten gelemeyiz herhalde. Bu gerçek de hem romanın bugününe ve geleceğine inancımızı sürdürmemizi sağladı, hem de yola çıkmaya hazırlanan genç yazar adaylarının beklentilerini kamçılamayı, umutlarını beslemeyi...
Şimdi bir yere geliyoruz. Daha doğrusu küçük bir uyarıda bulunmak istiyorum. Dikkat! Tüm bu söylediklerim tuzaklarla dolu! Bu tuzakların ne olduğunu ve olabileceğini de, tartışmanın yeni teknolojik gelişmelerle kazandığı boyutu da beraberliğimizi anlamlı kılacak ileriki satırlarda ayrıntıları elimizden geldiğince kaçırmamaya çalışarak ortaya koymaya çalışacağız.
Şimdilik şu birkaç soruyu sormakla yetinelim.
Birileri size edebiyata bugün geçmiştekinden de çok ihtiyacımız var derse ne düşünürsünüz?
Ya buna rağmen roman, daha doğrusu bildiğimiz roman hayatlarımızdan yavaş yavaş çıkar ve her geçen gün biraz daha çok kaybolur ve artık ihtiyaç duyulmaz bir hale gelirse?
Madem insanlar hikâye anlatmaya ve dinlemeye hep ihtiyaç duyacak, ne yapacağız bu durumda?
Sorular soruları doğurabilir.
Sesli, daha açık bir söyleyişle de okunan değil, dinlenen romanları nereye koyacağız?
Ya bu romanların kısaltılarak daha çok okunur hale getirilmesini sağlayan pazarlama çalışmalarını?
Tabletlerden okunanları?
Her soru bizi bize daha iyi gösterebilir. Öyleyse?.. Bu yolun taşlarının birinin altında çok büyük bir ihtimalle yaşadığımız günleri daha iyi anlama imkânı da gizli. Taşı bulmaya var mısınız?..
Commentaires