top of page
Yazarın fotoğrafıDidem Koç

Sevgili Mario Hocam,

Gittiniz… Ne kadar geç kalmışım. Uzun zamandır atölyenize katılmak istememe rağmen bitmeyen işler, atölyenizle uyuşmayan günler bu da olmadı diye ertelemelerim… Bir dahaki programa diyerek kendimi tesellilerim… Bilseydim erteler miydim... Her erteleme bir pişmanlık değil mi zaten… Sizinle bu kadar az tanışıklık bir kayıp ama tanımış olmak büyük kazanç. İşte böyle nasıl ifade edeceğimi bilmediğim karma karışık duygular içindeyim. İlk dersimizde o samimi sevecen tavrınızla, “Didem, sen çok ciddi duruyorsun. Seni biraz gülümsetelim,” demiştiniz. Ve ben çok gülmüştüm. Tabii o zaman bu kısacık sohbetin benim için unutulmaz bir anıya dönüşeceğini bilmiyordum. Atölyeler sırasında ilk fark ettiğim özelliğiniz, o sıcacık sesinizle metinlerimizi yorumlarken kimseyi incitmemek adına gösterdiğiniz özen, teşvik edici öğretme arzunuz ve rahatsızlığınıza rağmen ilkeli bir tavırla dersi iptal etmeyişiniz olmuştu. Şimdi aynı ilkenin sürdürücüsü eşinizle devam ediyoruz atölyeye. Onu da tanıdıkça ne kadar güçlü bir kadın olduğunu görüyorum. Bir metinde diyorsunuz ki, “Ayrılığımız şimdi bir başka biçimde sürüyor, kendine göre çoğalıyor.” Geride bıraktığınız insanlara baktığımda ayrılığınız değil ama birlikteliğiniz bir başka biçimde sürüyor ve evet çoğalıyor. Göreviniz bitti zannetmeyin geride gönlünüzdeki fotoğraflarla birlikte pek çok kişiye yol gösterecek kitaplar ve bir de Masal bıraktınız.


Gruptaki arkadaşlardan bahsetmezsem olmaz. Okumaların arasında yapılan sohbetlerde hep siz varsınız. Sizinle ilgili anılarını anlatırken yüzlerindeki sevgi dolu gülümseyişleri görmenizi isterdim. Bilmem belki de görüyorsunuzdur. Sahip oldukları anıları paylaşmak onlara da iyi geliyor. Sizi onlardan dinledikçe daha fazla tanımam gerektiğine karar verdim.


Hani iç sesinizin sizi kaçınılmaz olarak götürdüğü o oda var ya… O kapı… Arkanızdan o kapıyı araladım ve İçinizdeki İstanbul Fotoğrafları’nı sizin gözünüzden görmeye çalıştım.


İnsanı içine almadan yazılan tarih sayfalarında biz şehirlerin kuruluşunu, devletlerin yıkılışını okuruz. Peki ya o tarihsel süreç içerisinde oradan oraya savrulan insan…


Dar sokaklarıyla, evleri süsleyen çiçekli pencereleri, meyhaneleriyle, yok olmuş sahilleri ve rengarenk insanlarıyla etten kemikten canlı canlı gözlerimin önüne serildi İstanbul.


Şarkıların sürgün edildiğini söylediğiniz şehrin sokaklarında dolaştım sizinle, Mümtaz’ın hüznünü dağıttığı o barı ve o sokağın insanlarını bulamayışınızın acısını ve yüreğinizde açılan boşluğu…

İnsanlarını tanıdım İstanbul’un… Babadan kalma ahşap bakımsız evde yaşayıp da evine bir kova istavritle dönmenin huzurunu yaşayan Muhittin Bey’in, küçük mutluluklarla dolu kocaman dünyasını…

Sütlüceli okey ustası Selahattin’in sevdiği kız, kuru gıda toptancısının oğluyla evlendiğinde hayata nasıl küstüğünü…

Alt komşunuz Madam Eleni’nin pişirip cömertçe dağıttığı aşurenin unutulmaz lezzetini…

Yoksul yaşamına rağmen evindeki ekmek kırıntılarını ıslatıp kuşları beslemeyi kendine görev edinen hayat şartlarının kamburlaştırdığı, o çok sevdiğiniz yaşlı kadını…

Lakerdanın İspanya’dan çıkıp gelen hikâyesini ve torikten yapılanın bir başka lezzette olduğunu…

Ve bu şehirle beraber yoğurulmuş sizi gördüm…

Yazmaya yargılı kaderinizi…

Rüzgârlardan en çok poyrazı sevdiğinizi…

Yazabileceğiniz bir sürü hikâye olmasına rağmen otobüsleri sevmediğinizi…

Ruh göçlerinin insanı olduğunuzu…

Martılardan neden korktuğunuzu…

Ve her şeye rağmen yüreğinizde beslediğiniz bütün sıfatlardan bağımsız insan sevgisini…


Işıklar içinde uyuyun…

72 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page