Yazar: Damla Aktan
“Börekitaslar mı? Bu masada ne işleri vardı ki?”
****
İnsanın içine işleyen ama üşütmeyen bir soğuk vardı etrafta. Çokça polis, bolca gözyaşı, onlarca çiçek ve çelenk. Hepsi de tanıdıktı.
Kimin içindi ki bunlar, önemli biri olmalıydı. Tanıyor muydum acaba? Kesin tanıyorumdur ama acaba kim? Çok mu üzüleceğim yoksa öğrenince? Öğrenmemek daha mı iyi olur sanki?
Ama herkeste gelmiş, şu uzaktaki çocuk ne yapıyor acaba taşların arasında? Arkadan ne kadar da benziyor… Yoksa?
Neyse canım, olur arada öyle… Bakalım bir neler olacak birazdan?
****
“Herkes börekitaslardan alıyor, ben söylemiştim en güzeli o diye. Ne de güzel hazırlamışlar masaları… Her kültürün başka bir adeti var işte. Bazısı, yası bile güzelleştiriyor. Aferin aferin, öğrenciler de dinlemişler beni. Börekitas kalmamış hiç, baksanıza, keşke söyleseydim de bizim kız bana bir tane ayırsaydı. Bundan bir hikaye çıkarmak lazım, dur bakalım.”
Bunları düşünürken, akın akın insan geliyordu sinagoga, belli önemli biriydi giden. Kameramanlar aynı yere toplanmış, canlı yayına girmek için geri sayım yapıyorlardı. Aralarından bazıları, çoktan yayına girmişti bile.
“Yeri doldurulamayacak biri o.”
İyice merak etmiştim. Hay Allah nasıl da geç kalmıştım böyle, normalde böyle yerlere en önce ben gelirdim. Öyle ya, hissedebilenlerle konuşmadan da anlaşabilirdiniz. O yüzden, genelde sadece sarılır, gözlerinin içine bakardım insanların. Onlar anlardı beni. Ya da ben, anladıklarına inanırdım. Dünya, anlatmak isteyip de sustuklarımız için fazla büyüktü, ya da bizler bu yolculuk için fazla insani…
Zaten oldum olası hep sevdim yeşili de. Tuhaf bir huzuru vardı doğanın. Taşın, mermerin, toprağın.
“Gel, ne olursan ol gel” dercesine, beni içine çağırırdı hepsi.
İyi de, neden bu kadar çok ağlıyorlar? Ölüm bir son değil dememiş miydi aslında son romanında bir öğrencim. Kimbilir, belki de yepyeni bir başlangıç yapıyorduk.
“Merak ediyorum, acaba bizimkiler benden sonra neler söyleyecekler?”
****
“O çok iyi bir eş, çok iyi bir baba, çok iyi bir hocaydı. Ama bütün bunlardan daha önemlisi, o her şeyden önce çok iyi bir insandı.”
Ne kadar tanıdık bir sesti bu böyle. 17 yıl boyunca her sabaha uyandığımda ve her akşam duyduğum o sese ne kadar da benziyordu. Uzaktan, kalabalığın arasından görmeye çalıştım konuşanı. Sarı saçlarıyla ne de çok benziyordu ona. Allah Allah… Sonra yanındakilere ilişti gözlerim. Tanıdık, sıcacık bir bilinirlik hissi sardı her yanımı. El sallamaya çalıştım, hay Allah nasıl da benden önce gelmişlerdi buraya, neden göremiyorlardı ki beni. Yok yok biraz daha yakınlarına gitmeliydim. O zaman görebilirlerdi ve belki ben de yanlarına geçebilirdim. Kim bilir, şanslıysam ben de birkaç kelime edebilirdim onla ilgili. Ama yok geçemiyordum ki kalabalığı. Hay Allah ya… Ama kabahat bende tabii. Ben yazı masamdan kalkamamıştım ya tabii benden önce gelirlerdi. Kaç kez söylemişlerdi bana “Hadi kalk gidelim“ diye. Ama yok, kelimelerime veda edememiştim ki…
Bir gün susana dek sesimdi onlar benim. Nefesimdi.
Şimdi ne kadar çok şey söylüyordu herkes. Yavaş yavaş, omuzların üzerinde taşınarak geçti bir tabut yanımdan. İnsanlarsa, yavaş yavaş ilerliyordu arkaya doğru. Nereye, kime gidiyorlardı.
Sormaya çalıştım yanımda duran gencecik kıza.
“Kim o?”
Cevap vermedi. Takmadı beni herhalde. Duymadı desem, o zaman neden bir saniyeliğine dönüp bana baksındı ki? Yok duymuş olmalıydı ama bilmiyordu herhalde kim olduğunu. Yok yok, o da mantıklı değil, o zaman neden ağlasındı ki?
Şehir dışından gelmişti hatta, anladığım kadarıyla onun için de çok önemli biriydi giden.
Kalabalığı geçmeye çalışırken bir anda baktım ki herkesten önce gelmişim çukurun başına. Haham elinde bir avuç toprak tutuyor. Yok yok, kesin bunu yazmalıyım. Bir novella çıkar bundan.
Yeryüzünden bize kalan en güzel şeyin sevgi ve iyilik olduğunun en güzel kanıtıydı o manzara.
Ben bunları düşünürken yavaş yavaş kapağı kaldırdılar. Birbirine sarılmış insanların omuzlarının üzerinden içindeki yüzü seçmeye çalıştığımda şaşkına döndüm. Orada uyuyan yüz, dünyadan geçen suretimin aynısıydı. İnsanlar ikiz yaratılmıştır derlerdi de inanmazdım diye düşünürken, hahamın cümlelerini duydum.
“Mario Levi için…”
İbranice söylenen bu üç kelime, o an anlamamı sağladı olanı biteni.
Bendim o, ya da o bendi. Huzurla uyuyan, etrafında olup biteni sessiz bir sükunetle izleyen ve hala o “an”dan hikayeler üreten adam bendim.
Yaşamı ölümle nihayet takas etmiş, sevgisinin izleri koskocaman kabristanı taşıp geçen, kelimeleri ile dünyayı anlatan o adam, kendi döngüsünü tamamlamıştı işte.
O anda, esen ılık bir rüzgar yüzüme çarptı. Şaşkınlık, idrak, anlayış, duygu karmaşası, kendini duyurma çabasını geride bırakıp, yerini çok anlamlı bir huzura terk etti.
Önümdeki manzara öyle netti ki. Dünyadan geçerken bir hayat cvmiz olsaydı eğer, ana başlıkları bunlar olurdu. Doğmak, doğurmak ve ölmek. Hayata iz bırakmamızı sağlayan şeyse, bu üç başlık arasında ne kadar anlamlı ve dolu yaşadığımız, kaç kalbe dokunduğumuz, kaç ruhta iz bıraktığımızdı.
Sevdiğim herkes başucumda toplanmış, hayatın kuralına uygun işlemleri tamamlarken düşündüm.
Aslında tüm kurallar ne kadar da görünmezdi. Ben burada, belki hepsinden daha özgür, hepsinden daha huzurlu durmuş yeryüzünde yarattığım sevgiye bakıyordum. Tüm dinsel farklılıklar, adetler, töreler, dil susmuş, sevgi birleştirmişti.
Kapağı üzerime kapatırlarken, gözyaşlarını öptüm teker teker sevdiklerimin. Onlar hissetmedi biliyorum, ama ben hissediyordum. Anlatılabilecek her şey, önce hissedilirdi ya zaten. Bu nedenle konuşmadan da anlaşabilirdi insanlar. Yavaş yavaş, kahverengi toprak görüntüsü renklenmeye başladı. Önce bir, sonra iki, sonra üçüncü çiçek… Sonra saymayı bıraktım zaten.
Şimdi orada dünyada kalan şey, rengarenk bir görüntüydü. Sevginin ve iyiliğin görüntüsü. Kalabalık geldiğinden daha yavaş ama emin adımlarla görevini tamamlamış insanları sükunetiyle uzaklaşırken, bu hikâyenin başladığından farklı bir yerde ama yine kendimle baş başa kalmıştım. Yalnızlık da bir illüzyon değil miydi zaten? Ama içimde tuhaf bir huzur ve ifade etmeye çokça değer bir anlam duygusu vardı şimdi.
Orada, uzakta bir yerde, öğrencilerimden birini gördüm. “Duru”.
Başını son kez çevirip geriye bana baktı, hafif bir tebessüm edip yürümeye devam ederken, içinden geçenleri duyuyordum. Sessiz, ama kalpten gelen o cümleleri.
“Canım hocam” diyordu…
“İyi ki geçtin dünyamdan. Hayat anlamla, etkiyle ve hayatına dokunduğumuz insanlarda bıraktığımız izlerle ölçülürdü. Bak, ölçülemeyecek kadar sevgi bıraktın ardında. Değdi değil mi? Şimdi kelimelerin her birimizde yaşarken, hayat izlerini taşımanın gururunu yaşayacağız. Hiç konuşmadan, hep bileceğiz birbirimizi ne kadar sevdiğimizi. Kelimelerin ve sevdiklerin, bize emanet. Seni çok seviyorum. Babama selam söyle, bir de Fenerbahçe kazandı, onu da söylersin. Babam derdi ki, ruhlar özlenmez, anılır. Anıyoruz hocam. Biz yola devam, buluşuncaya dek, bizi hep koruyun oralardan.”
****
Sevgi ve özlemle...
Kommentare