Her günden bir gün. Her gün aynı gün.
Birazdan sahneye çıkacak. Sahne dediği beş kemerin kapladığı ufacık bir alan. Elli kişi sığıyor ama en dolu zamanlarında. İsabella dans edecek. Turistler izleyecek. Hep böyle olacak. Hayatında hiçbir şey değişmeyecek. Her günden bir gün. Her gün aynı gün. Ritüeller hayatının bir parçası. Sabah uyanır, oğlunun kahvaltısı hazırlar, hala onunla yaşadığı için söylenir, ay sonu gideceğini hatırlayınca da yalnızlığın derin dehlizlerine dalar. Kahvaltı yapmaz. Sevmez kahvaltıları. İspanyol çingeneleri sabah kahvaltılarını dikkat ederler oysa. Öğlen hafif, akşam daha hafif. İlk geldiğinde Maria’nın Yeri’ne açlıktan yüzü çökmüş, hamile, saçları kazınmış. İncinmemiş ama. Oğlunun varlığı yetmişti. Çok iyi bir alışveriş yapmışlardı Maria’yla. Yürekten bir alışveriş. Doğum yaptıktan sonra flamenko kadrosuna dahil olacak bu sayede de kalacak yer ve oğlu için güvenli bir ortam elde edecekti. Yirmi iki yıl sonra bu flamenko grubunun başına geçeceği hatta Maria’nın yasal varisi olacağını düşünmemişti bile.
Kırmızı çiçekli tokasını takıyor saçlarına. Saçları siyah, simsiyah. Anneannesinden kalma bir özellik bu. Ağarmaz saçları kırk beşinde çingenelerin. Duvarlar duvarlar. Her fotoğraf bir an, bir anı, yaşama tekrar onu bağlayacak bir kanıt. Fotoğraflardaki insanların saçları siyah. Ağarmaz saçları çingenelerin. Kalabalık bir Türk grubu içeride. İçi sızlıyor. Her Türk grubunda aynı isyan aynı his. Çok gelmiyor ama Türkler. Haftada belki iki üç grup. Cumartesileri çalışmıyor. İzinli. Fernando, elinde gitarı. Annesini süzüyor. Oğlunun Los Vivancos’a çağrıldığını biliyor. Gurur duyuyor.
Ayağını yere vuruyor. Ellerini bileklerinden hafifçe büküyor. Beli arkaya doğru kıvrılıyor. Yüzünde sert bir ifade. Her acıya katlanırım. Ama katlanamıyor. Diğer ayağını vuruyor yere. Acıklı bir kadın sesi duyuluyor. Saçları önüne dökülüyor. Müzik derinleşiyor. İki elini de beline koyuyor. Koymuyor vuruyor. Sertçe vuruyor. Sonra bir elini havaya kaldırıyor. Bileklerini büküyor. Flamenko şimdi başlıyor.
Sahnede kayboluyor. Kalabalık bir şehirde dar sokaklarda koşturuyor. Her sokak dönüşünde bir hayalet musallat oluyor. Müzik derinleşiyor.
Ritim onu kaplıyor. Eteklerini kaldırıyor. Ayakları hem kaçan hem kovalayan hem seven hem sevilmek için arzu duyan. Hayaletler. Bir an duruyor. Bir hayalet onu ayakta tutuyor.
Bir daha, bir daha, bir daha. İzleyicilerden on altı yaşında bir kız gözlerini kapatıyor. O kız da görmüş hayaletleri. Biliyor. Mavi bir ışık süzmesi seyircilerin saçlarından tavana ulaşıyor. Siyah fırfırlı eteği uçuşuyor. Elleriyle eteğini yukarı kaldırıyor. Bacağında bir morluk var. Eğer dikkatli bakarsanız görebilirsiniz. Bir gün Granada’da flamenko izlemeye giderseniz bacağı mor bir çingene görebilirsiniz. Müzik derinleşiyor. Sıra başkasında yerine oturuyor.
Ama o gün izleyicilerin arasında biri var, Murat.Biraz hatırlıyor. Yirmi yıl önce Granada’da tanıştığı çingene kıza ne kadar da benziyor. Hatırlıyor. Ellerini, göğsünün kenarındaki beni. Nefesindeki şehveti. Ama yok diyor. Binlerce çingene var burada. O İsabella bu İsabella olamaz.
O Murat bu Murat olamaz. Yanağının kenarından saçları dökülüyor. Burnundaki kıvrımı ezbere biliyor. Sadece bir gece.
“Ben çıkacağım sahneye”
Dar beş metre bir oda. İki sıra sandalye. Flamenko bir daha başlıyor. Murat, on ikinci sırada oturuyor. Elleri kıvrılıyor. O kadar hızlanıyor ki. O kadar. Bu kadar hıza rağmen yavaşça kalçasında elini gezdiriyor. Bir yanda bilekleri yılan gibi avına yaklaşıyor. Saçları gözünün önüne dökülmüş. Dönüyor. Beli bükülüyor. Ayakları hızlanıyor. Yirmi yıllık bir isyan bu. Sadece Murat’ın gözlerine kenetlenebilmek için dans ediyor. Önce çingenelerin onu nasıl dışladığını anlatıyor. Saçlarını kazıdıklarını. Yüz karası ilan ettiklerini. Değeri olmadığını evlenmek için para etmediğini. Sonra Maria’yı anlatıyor. Onu kabul ettiğini, yanına aldığını. Babasını zaten hiç görmediğini. O gece sevişmekten anlatamadığı her şeyi anlatıyor. Bileği kıvrılıyor, fırfırlar havada kaygan helezonlar çiziyor. Yerden havalanıyor. Fernando’nun ilk bakışını anlatıyor. Fernando’yu vaftiz ettirecek papaz bulamadıklarını da. Sonra yavaşlıyor. Şarkı derinleşiyor. Her gece gördüğü rüyayı anlatıyor. Dansla. Dar sokaklardan kaçışını. Hayaletleri, müzik değişiyor. Sadece Murat değil tüm izleyiciler bir kadının hikayesine şahit oluyor. Sol ayağını arkaya atıyor, sonra sağ ayağını. İki kere zıplıyor. Elini öne çeviriyor. Bel hizasında kalıyor. Sonra yukarı kaldırıyor. Saçları arkaya kayıyor. Kırmızı çiçekli tokası Murat’ın kucağına düşüyor. Gözleri Murat’a kenetleniyor.
Murat hatırlıyor. Herkes alkışlıyor. Murat hatırlıyor. Bir çingene ellerindeki içki bardaklarını almak için içeri giriyor. Hayaletler kaçışıyor, bir hayalet kalıyor karşısında.
Burada eminim Murat’ın birkaç söz söylemesini istiyorsunuz. Ama söylemiyor. Çünkü Murat bir korkak. Kafası zaten biraz iyi ayağa kalkıyor. Granada’ya beraber geldiği arkadaşı gülümsüyor.
“Abi gitarist çocuğun burnu seninle aynı. Ha ha bunu bizimkilere anlatacağım. Hadi şuradaki kafede devam edelim.”
İki arkadaş yürüyerek merkeze iniyorlar. Yolda Elhamra manzaralı bir kafeye oturuyorlar. Murat bir bardak çay istiyor. Geri dönsem mi diye düşünüyor. Sonra konu hükümete, hayat pahalılığına ve bir sonraki durakları Sevilla’ya kayıyor. Murat o güzel çingene kızı unutuyor. Ya da yok be artık yirmi iki yıl diyordur içinden. Bir bahanesi vardır emin olun, ya da yoktur. Çok heyecanlanmıştır, ne yapacağını bilemiyordur. Ne diyeceğini de bilemiyordur belki.
İsabella’nın da eve gidince ağlamasını bekliyorsunuz değil mi? Duvarlara kendini vurmasını, sızlanmasını üzülmesini. Ama olmuyor Fernando’ya bir şeyler hazırlıyor yiyecek. Makyajını siliyor. Geceliğini giyiyor. Sonra tek kişilik yatağına giriyor. O kadar huzurlu ki. Çünkü her şeyi anlattı Murat’a tüm yaşadıklarını. İlk kez bacağındaki yirmi yıllık morluk sızlamıyor. Çingenelerden yediği dayağı hatırlamıyor. O gece ilk kez çok kolay uykuya dalıyor. Rüyasında güneşli bir Granada öğleni görüyor. Sokaklarda çiçekli eteği ile yürüyor.
Comments