Tam üç haftadır ağlıyorum. Hem de yirmi dört saat boyunca. Geceleri uykumda iç çeke çeke ağlıyorum, içim katılıyor sonunda. Sabahın köründe perişan bir şekilde uyandığımda yastığım suya düşmüş gibi sırılsıklam. Aynaya baktığımda yüzüm gözüm şişmiş durumda. Göz aklarım kıpkırmızı. Üstelik ben kolay kolay ağlayan biri değilimdir, hatta hiç ağladığım görülmemiştir. Çocukken bile böyleydim. Bir ara annem babam doktora götürmüşlerdi bu çocuğun göz yaşı bezlerinde bir sorun mu var diye. Onların cenazelerinde de ağlayamadım. İzmir’den dönerlerken feci bir trafik kazası geçirmişlerdi. Cenazede tek damla göz yaşı dökmememi, etrafımdakiler üzüntüden şoka girdiğime yordular. İkisinin de çok seveni vardı, benden başka herkes ağladı caminin avlusunda. O zamanki nişanlım Mine iki gün sonra “Sende bir sorun var Çağatay” demişti “Niye ağlayamıyorsun?”. “Yoo ağlayabiliyorum” demiştim. O da mutfaktan ikiye bölünmüş bir soğan getirip koklamamı söylemişti. Kokladım tık yok. Mine’nin soğandan göz yaşları şarıl şarıl akarken “Kokusunu da mı almıyorsun?” demişti. “Yoo mis gibi soğan işte”
Her şey bir Pazar günü evde başladı. Galeride haftaya başlayacak yeni serginin broşürlerinde isteksizce son düzeltmeleri yapıyordum. Aylar önce en büyük sponsorlarımızdan biri olan Yorgancıoğlu Holding’in sahibi Yaşar Bey baldızı için bir sergi ayarlamamızı istemişti. Onu geri çevirmem mümkün değildi. Nede olsa Parktown Plaza’nın giriş katındaki 1200 metrekarelik alanı galerimiz için ücretsiz olarak tahsis etmişti. Ancak ortada acı bir gerçek vardı. Baldızın resimleri bir felaketti. 2. Sınıfa giden bir ilk okul çocuğu bile ondan daha iyi resim yapardı. Neriman hanım ile tanıştığımda kadının resimlerini övecek tek kelime bulamadım. “Bu balerin tablonuza bayıldım Neriman Hanım” deyince, kadıncağız “O balerin değil Osmanlı dönemi ibrik Çağatay Bey” demişti. Çaresizlikten internetten altı aylık meteoroloji tahminlerine bakmış kar yağışının olduğu tek haftayı sergi tarihi olarak seçerken, içimden de umarım kimse gelmez diye dua etmiştim. Broşürün ön yüzünde “Resimde Yepyeni Yaklaşımlar- Neriman Balkız” yazıyordu. Yeteneksizliğin adı yepyeni yaklaşımlar oldu. Photoshop’da o felaket resimlerin bazılarını bulanık bazılarını siyah beyaz hale getirmiştik. Ben salondaki masada çalışırken televizyonda da eski bir Türk filmi oynuyordu. Birdenbire film ilgimi çekiverdi. Gidip koltuğa çöktüm ve sesini açıp izlemeye başladım. Emel Sayın sahnede şarkı söylüyor, Engin Çağlar’da kızgın güneşin altında çöllerde yürüyor. Şarkı ve çöl yürüyüşü bittiğinde adamcağız kör oluyor. Sonraki sahnede ise bir çocuk parkında değnekle dolaşıyor. Yanına cimcime bir kız çocuğu geliyor.
“Sen kör müsün amca? Niye kör oldun?”
“Sevdiğimi artık göremediğim için kör olmayı istedim”
“Seni çok sevdim. Amca diyebilir miyim sana?”.
Bu bilmiş kız aslında Emel ile Engin’in çocuğu. Ama ikisi de bilmiyor. İçimin ta derinliklerinden adını koyamadığım bir şeylerin yükseldiğini hissettim. Önce hıçkırığa benzettim ama değilmiş. Gözlerim sulanmaya başladı ve içli içli ağlamaya başladım. Yaşlar yanaklarımdan süzülmeye başladı. Göz yaşının tuzlu olduğunu bilmiyordum. Filmi seyrettikçe ağlamam da arttı. Küçük kız babası olduğunu bilmediği kör adamın evinde yerde leğende onun çamaşırlarını yıkarken artık avaz avaz ağlıyordum. Kız bir şey diyor ağlıyorum adam bir şey diyor ayrı ağlıyorum. Ne oldu ulan bana böyle? Bu filmlere katılarak gülerken mahalle karıları gibi zırlayıp duruyorum.
Bu tuhaf durum hiç bitmiyor gün boyu. Ota boka ağlıyorum. Akşam karnım acıkıyor omlet yapayım diyorum. Kırdığım her yumurtaya ayrı ayrı ağlıyorum. Bunlar aslında bebek civcivler olacaktı ben katlediyorum, anaları olacak tavuğa yazık değil mi? diye. Kafam dağılsın diye müzik açayım diyorum Eric Clapton “Tears in Heaven” ı söylüyor. Ya adam bu şarkıyı gökdelenin 53. Katından düşen dört yaşındaki oğlunun ölümünün ardından yazmamış mıydı? Haydi gitti bizim omlet, ağlamaktan ağzımdaki lokmayı yutamıyorum, burnumu silip durduğum peçeteye ağzımdakini çıkarıyorum.
Ertesi sabah kirpiklerim birbirine yapışmış halde uyanıyorum. Her tarafım ıslak. Burnum akmış, terden vıcık vıcık olmuşum. Duş alıp alelacele evden çıkıyorum. Kapının önünde üst kat komşum Behice Hanım ile karşılaşıyorum. Birbirimize günaydın diyoruz. “Ah Çağatay Bey evladım yaşlılık çok zor” diyor. “Artık bakkala ekmek almaya bile zor gider olduk. Dizlerim iyice kötüleşti, bir yandan romatizma bir yandan tansiyon” diye sağlık sorunlarını sıralarken yine ufak ufak ağlama krizim başlıyor. O anlattıkça ben ağlıyorum. Kadıncağız şaşırıyor “Ah evladım o kadar da kötü durumda da değilim diye” beni teselli etmeye çalışıyor.
Ağlamak ne güzel bir şeymiş. İçimde tarif edemediğim bir huzur var. Bazen içli içli ağlıyorum bazen böğüre böğüre. Ben bu hazzı niye bu yaşıma kadar yaşayamamışım ki?. Sadece evden çıkarken yanıma iki rulo kağıt havlu almam gerekiyor. O da eve dönene kadar ancak yetiyor. Onuncu gün öğle saatlerinde fenalaşıp yere yapışıyorum. Galeridekiler hemen ambulans çağırıyorlar. Gözümü acilde açıyorum. Kolumda serum takılı. Tam üç gün yatırıyorlar beni hastanede. Bir türlü teşhis koyamıyorlar. İlk gün doktorum “Nasıl bu kadar sıvı kaybına uğradınız Çağatay Bey?” diye soruyor. “İnsan çölde bir hafta mahsur kalsa ancak bu kadar dehidrate olur”. Direkten dönmüşüm. Her şeyi anlatıyorum. Tüm doktorlar durumumu araştırıyor, tıp literatüründe benim gibi bir vakaya rastlayamamışlar. Ertesi gün beni hastanenin psikoloğuna yönlendiriyorlar. Seans sonunda adam da anlayamıyor durumumu. “Senelerce akıtamadığınız göz yaşları faiziyle geri geliyor” gibi bir şeyler geveliyor. Bir sürü antidepresan verip beni taburcu ediyorlar.
Galeriye işe dönmek zorundayım. Yanımda çalışanlara bu durumu alerjim var tedavi görüyorum diye açıklıyorum. Yeni asılan resimlerin son kontrolünü yapmak için hepsinin önüne gidip tek tek inceliyorum. Her duvarın önünde ayrı ayrı ağlıyorum. Ağlama duvarı gibi. Üstelik tabloların hepsi nonfigüratif. Rengarenk lekeler, çizgiler, noktacıklar. Ama ben hepsinde ağlanacak bir şeyler buluyorum. Kimini ölen köpeğimin pati izlerine benzetiyorum, kimini rahmetli dedemin pos bıyıklarına.
Üç haftada artık durumuma alıştım. Rahat rahat ağlayabileceğim ortamları keşfettim. Sinemalarda en acıklı filmleri seçiyorum, nasıl olsa salonun yarısı ağlıyor. Yağmurlu günleri seviyorum hele bardaktan boşanırcasına yağıyorsa. Şemsiye açmadan ıslana ıslana ağlıyorum. Ama favori yerim cenazeler. Tanımadığım insanlar için cami avlularında kalabalıkların ortasında doya doya salya sümük ağlıyorum. Yalnız bir cenazede hıçkıra hıçkıra ağladığımı gören bir bey yanıma geldi “Merhumun nesi oluyordunuz?” diye sordu. “Yakın dostumdu gencecik gitti” dedim burnumu çeke çeke. Adam şaşaladı “Hayrettin Bey mi?” derken gözüm yakasına iğnelenmiş merhumun fotoğrafına ve altındaki doğum ve ölüm tarihine kaydı. Yaklaşık yüz yaşında bir adammış.
Bir sabah kalktım bir tuhaflık var. Gözlerim de yastık da kupkuru. Gece boyunca hiç ağlamamışım. Salona gidip televizyonda üç haftadır hiç açmadığım haber kanallarını açıyorum. Ekranda korkunç savaş görüntüleri var. Dün görseydim ağlamaktan yere düşer fenalaşırdım ama bugün tık yok. Neşe içinde kahvaltı hazırlamaya başlıyorum, hatta keyiften ıslık çalıyorum yumurtaları kırarken. Sadece karın kaslarım yumruk yemiş gibi acıyor, o kadar çok katıla katıla ağladım ki.
Kapının önünde Behice Hanımla karşılaşıyoruz. Başlıyor hastalıklarını tek tek sıralamaya yine. O tansiyonum, şekerim, kataraktım diye saydıkça içimden bir şeyler yükselmeye başlıyor. Eyvah yine mi ağlayacağım? Önce kıkırdamaya başlıyorum, dudaklarımı birbirine bastırıp engellemeye çalıştıkça daha fena artıyor. Kadıncağız susmuş bana bakıyor. Önce tavuk gıdaklamasına benzer sesler çıkarmaya başlıyorum sonra yüksek sesle kahkahalar atıyorum. “ Hahhhhaaaa Behice Hanım hhaaahhaa bir evlendirsek sizi hahhaa hepsi geçer bunların HAHHHAAHAAAAA”. Merdivenlere zor atıyorum kendimi.
Ne oldu bana böyle? Hadi gülmeyi kısmen anladık da bu patavatsızlık nedir? Kadına çok ayıp oldu. Hızlı hızlı metro istasyonuna doğru yürüyorum. Üç haftadır arabamı kullanmadım kaza yaparım diye. Şarküterinin önünden geçerken kapısında sahibi Ercan’ı görüyorum. Ercan benim ilkokuldan arkadaşım. “Nasılsın Çağatay?” diyor. “İyiyim arkadaşım” derken gözlerim saçlarına takılıyor. Diplerinde bir parmak beyaz var, saçın rengi de pis bir kızıl. Kınayla mı boyuyor nedir genç gözükeceğim diye. Yine kıkırdamaya başlıyorum. “Dip boyan gelmiş” deyip katıla katıla gülüyorum. Bozuluyor tabii ki haliyle. Hızımı kesmeden yürümeye devam ederken yüzüme bir kar tanesi düşüyor. Kar hemen çağrışım yaptırıyor “Neriman’ın sergisi?”. Ben iyice saldım gittim her şeyi, tabii ki bugün başlıyordu. Bu halde nasıl gideceğim ki?
Eczaneye dalıp bir kutu maske alıyorum. Ağzımı bununla kapatırım artık. Galeriye yaklaşırken kapısında asistanım Hale’yi görüyorum. Telaşla bana yaklaşıyor “Merak ettik sizi Çağatay Bey. Açılış için herkes geldi”. Sonra ağzımdaki maskeyi fark ediyor “Ne oldu size böyle maskelisiniz?” “Nezle oldum onun için taktım Hale’cim”. İçeriye giriyoruz iyice kalabalıklaşmış galeri. Gülmemek için insanlarla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Kendimi o kadar sıkıyorum ki zaten ağrıyan karın kaslarıma kramplar giriyor. Galerinin daha boş alanlarına doğru yürüyorum. En uçtaki duvarın önünde sadece iki kişi var. Arkaları bana dönük o duvarda asılı olan tek tabloya bakıyorlar. Yaklaşınca fark ediyorum ki bunlar Yaşar Bey ile baldızı Nermin Hanım. Tablo da benim balerin sandığım ibrik tablosu. Resim üzerine vuran kuvvetli spot ışıklarıyla daha da berbat gözüküyor. Eyvah gülme krizim çok hızlı gelmeye başlıyor. Kendimi tutamıyorum bir türlü. Canımı acıtmak için koluma sıkı bir çimdik atıyorum ama nafile. Anıra anıra gülmeye başlıyorum. Ağzım o kadar açılıyor ki çenem yerinden çıkacak. Maske ağzımı kapatıyor ama sesi ne yapacağız? “ Hahhhaaahhaa İbrik Haahhaaa abdesthane ibriği haaahhaaaa İBRİK HAHHHAAHHAAAAAAA"
Can Dorter'in "AYNI BEN" yazisindan sonra "KATILA KATILA" yazisini da okudum. Ikisini de cok begendim. Cok keyifli,surukleyici ve merak uyandiran hikayeler. En onemlisi birbirinin tekrari olmayan, farkli turlerde yazilmis denemeler.