Yazar: Pınar Maliki
Sevgili Mario Hocam,
Bugün gidişinizin tam altıncı günü. Yokluğunuzdan geriye bana tonlarca külçenin ağırlığında, derin mi derin bir sızı kaldı. Nasıl hafifler ya da nasıl geçer hiçbir fikrim yok. Üç yıl birlikte çalıştık. Her hafta Salı günleri saat yirmide sınıfça buluşurduk. Sıra bana gelsin diye heyecanla bekler sabırsızlıktan bacağımı salladığım anlaşılmasın diye masaya değmemeye çalışırdım. Ağzınızdan çıkacak bir küçük söz ne kadar kıymetliymiş benim için şimdi daha iyi anlıyorum. Tahtınızı gönüllerimizde ne güzel yerlere kurmuşsunuz.
Derslere ilk başladığım günleri anımsıyorum. O Mayıs ayı babam zorlu bir kanser sürecinin ardından vefat etmişti. Öleceğini bile bile günleri saymak zordu. Kahrolası bir ümit dimağımda durmadan yeşil ışık yakıyor bir türlü sarıya ve kırmızı sıra gelmiyordu.
İşte o yaz internet üzerinden yazarlık atölyelerinden birine katılmıştım. Öncelerinde de yazıp çiziyordum. Hatta babamın hastanede bir gün başını beklerken:
“Sen yaz hep yaz olur mu. Hatta -bugün değil belki ama- biraz toparlayayım sana anlatacağım gerçek bazı olaylar var yazmanı istediğim.”, dediğini dün gibi hatırlıyorum. Anlatamadı ve ben de dinleyemedim o hikâyeleri. İşte tam da bundandır yazma isteğim. Geriye iz bırakmak. Ben neydim, kimdim? Üç kuşak sonra beni merak eden olur mu bilmem ama benden yadigâr bırakmak, üç beş satır birilerinin köklerini unutmamasına yardımcı olabilmek düşüncesindeydim. Siz bizi en derinden hissettiniz. Tuttunuz elimizden ilkokula başlayan çocuklar gibi bizi edebiyatın güzelliklerine emanet ettiniz.
İlk derslerimizi hatırlıyorum da, Mario Hocam yuvarlak gözlükleriniz ardındaki sevecen bakışlar ve insana dinginlik veren ses tonunuzla ekran karşısında epey heyecanlanırdım. Okuma sırası bana geldiğinde sesimin titremesine engel olamaz nefesimi bir türlü ayarlayamazdım. Duyguyu vermek yerine bir an önce bu görevden kurtulayım havasında en duygulu yerleri ruhsuzca okurdum. Haftalarca okudum. Sabırla dinlediniz. Öyle yumuşak eleştirdiniz ki ben eleştirildiğimin hatta yontulduğumun farkına bile varmadım. Bir günden bir güne ve hiçbirimize “Bu ne biçim yazı, hiç olmamış, beğenmedim.” gibisinden sözler ağzınızdan çıkmadı. Olumlamalarla kurduğunuz her cümle bize öyle kapılar açtı ki. Evet bence müthiş bir insan sarrafısınız. Hepimizin önce karakterini çözüp sonra da yazılarımızı çözdünüz.
O rafları kitap yığılı odanız sanki bizim evimiz gibi oldu. O güzel fincanlarda içilen Türk Kahvesi ve yanında büyük bardak suyunuz ne güzel bir görüntüydü. O gramofon, o radyo, o avize…Sanki size oturmaya gelmiş gibi olurduk. Hele arada odaya Masal girerdi bazen, aranızda Fransızca konuşmanıza bayılırdık. Köpeğiniz pat diye giriverirdi iyi kapanmamış kapının aralığından. Antika merakınızı öğrendik zaman içinde. Eskiyi sevmeyi ve eski eşyalara sahip çıkmayı öğrettiniz. En son derslerin birinde “sefer tası” arıyorum demiştiniz bana. Şöyle iki üç katlı eski tiplerden. Arıyordum, bakınıyordum ama beklemediniz beni size göndereyim diye.
“Yok dedim olamaz. Gitmiş olamaz. Bir başkasının vefat haberi bu, bir karışıklık oldu.” diye kabullenemedim bir süre, sabah erken saatte gelen haberi. Boşluk ve şimdi ne yapacağını bilememe hali sardı sağımı solumu. Buz kestim. Babamın yokluğundan sonra ne çok yaslanmışım size. Siz gidiverince aniden tökezledim. Düşmeyeceğimi biliyorum ama içimdeki ağırlık ve yüzsüzce yaşamaya devam etmenin anlamsızlığı karşımda dimdik durdu. Herkes yarım kaldı. Hepimizle tek tek öyle güzel planlar yaptınız ki kiminle görüşsem herkesin içinde aynı his, yarım kalmışlık hissi.
Bir türlü denk gelemedik yüz yüze görüşmek için. Cenazede görmek varmış…Kızdım kendime. Neden gelmediğime, neden görüşemediğimize. Artık kızsam ne fayda. Çok acımasızca hayat.
Yazar olmanın gerekleri, insan olmanın incelikleri, yaşamanın keyfini bulmayı öğrettiniz. Teşekkür, minnet ve daha niceleri az gelecek söylemeye.
“Sınıfın çalışkanlarından” diye her derste överken ne gururlanırdım çocuk gibi. Her zaman iyi olmazdı yazdıklarım bazen de düzeltmeler yapılınca o hafta yetersizlik hissiyatıyla ezilir büzülürdüm. Daha çok çalışırdım. Ama sonu hep güzel olurdu. Her derste illa ki bir yemek konusu da açılırdı. Seviyoruz yemeyi napalım. Ya içeriz ya yeriz. Dünya mutfaklarından ülkemin dört bir yanındaki lezzetlerden bahsederken verilen tariflerle herkes dersin sonunda acıktığını hissederdi. Hatırlıyorum da bir gün reçel sevdiğimi söylediğimde bana çilek reçelini pişirmenin püf noktasını bile anlattınız. En son bir çay kaşığı kadar tereyağ koyulacak. İncir reçelinin zorluğundan bahsetmiştim. Sakin gülen yüzünüzün onaylayan halleri hep aklımda kalacak.
Pal Sokağı Çocukları olduk üç yıllık süren bu hikâyede. Biz de büyük çocuklar olarak kitaptaki küçüklerin sahip çıktıkları değerler gibi edebiyatımıza kol kanat germeye çalışıyor onun için büyüyoruz. Ve keşke Mario Hocam, keşke kitabın onurlu kahramanı Nemecsek gibi gökyüzüne yükselmeseydiniz…
Ya da değirmenlere karşı duran Macha’lı Don Kişot muydunuz siz? Öğrencileriniz de bu hayallerin gerçekleşmesi için yürünen yolda ona tanıklık eden Sancho Panzalar mıydı?
Hocam avuçlarımıza birer tohum bıraktınız gitmeden evvel. Şimdi ruhumuzu beslediğiniz gibi bize de düşen bu tohumu yeşertip filizlendirmek. Edebiyat sevdası gömüldü içimize bir kere.
O filizlerin nasıl yeşerdiğini umarım görüyorsunuzdur…
Sevgi ve saygılarımla,
Comentarios